Quantcast
Channel: Tawannanna
Viewing all 273 articles
Browse latest View live

Boku no Hero Academia: Anime

$
0
0



2016 animelerinden 13  bölümlük Boku no Hero Academia' ya büyük umutlarla başlamıştım. Bu büyük umutlarımı karşıladığını pek söyleyemem ama fena  değil diyebilirim.




Kohei Horikoshi' nin mangasından uyarlanan anime, insanların pek çoğunun süper güçlere sahip olduğu bir dünyada geçiyor. İnsanların güçleri çoğunlukla küçük bir çocukken yani dört ya da beş yaşlarında ortaya çıkıyor. Böyle bir dünyada güvenliği sağlamak adına normal kolluk kuvvetlerinin yanında doğal olarak bir "hero" tabakası da ortaya çıkıyor. Bu hero'lar konu ile ilgili okullardan mezun olup ajanslara bağlı çalışıyorlar. Güçlerini kötüye kullananları yakalıyor, popüleritelerini arttırmaya çalışıyorlar.






Animenin ana oğlanı Midoriya Izuku, yeşil saçlarından sen sorumlusun Midoriya, ortaokul bebesi ve ağlak bir oğlan. Midoriya' nın en büyük hayali bir gün bir hero hatta en süper, en muhteşem hero olmak (bu noktada, rol modeli All Might'ı  etkisi büyük) ancak gelin görün ki ağlak Midoriya' nın gücü yok. Evet, bu şanssız, talihsiz oğlan yazı tura da yanlış olanı seçmiş doğmadan önce bu nedenle hiçbir gücü olmayan azınlıktan. Bunu bilmesine rağmen hala daha bir gün hero olabileceği ihtimali ile hayatını sürdürmekte  ve bir hero fanboyu olarak yaşamakta. İşte bu azim, bu istek, bu güç ile rastlantının bir lütfu olarak Midoriya bir gün kahramanı All Might ile tanışıyor. All Might, Midoriya' yı seviyor, O' na gücünü veriyor, Midoriya' yı en birinci en muhteşem hero lisesi olan okula hazırlıyor. Midoriya gece gündüz demeden çalışıyor ve sonunda hayalindeki liseyi bir şekilde kazanıyor. ( All Might'tan aldığı gücü bu sezon henüz kontrol edemiyor) Midoriya mutlu, biz mutluyuz, All Might mutlu, hepimiz mutluyuz... Bunun üzerine hiç beklenmedik bir sürpriz daha geliyor.  Aaaah All Might aslında şehre bu lisede öğretmenlik yapmak için gelmiş!!!!! Çok şaşırıyoruz! Tüm bunlar olurken Midoriya hep ağlıyor.





Okul bölümleri daha eğlenceli.Daha enteresan tipler var. Mesela Iida Tenya ( aklıma hep tenya kurdu geliyor :( ) Titiz , özenli, ciddi, idealist ve gözlüklü bir çocuk.  Uraraka, seriye gerekli olan sevimli, hafif sakar ve iyi yürekli kız. Bu üçlü bir şekilde arkadaş oluyorlar.  Midoriya, lise hayatını izlediğimiz bu günlerini de ağlayarak geçiriyor mesela, çok ilginç.



Midoriya' nın çocukluk arkadaşı var Bakugou mesela. Küçüklüğünden beri "sen süpersin, sen muhteşemsin"şeklinde yetiştirildiği için özgüven ve gurur dolu. Burnu biraz sürttü umarım yolunu kaybetmez. Yarısı buz yarısı sıcak olan çocuğu takdir ediyorum keşke benim de benzer bir yeteneğim olsa. Sınıfın içinde eğlenceli ve dikkate değer karakterler var. En sevdiğim hafif yaşlı teyze modunda takılan ve gayet olgun olan Asui Tsuyu oldu.



All Might, en güçlü en popüler hero. Barışın sembolü. Aslında tüm bu sıfatları hak ediyor. Öğretmenler içinde ne sevdiğim Aizawa oldu.  (Suuwabe Junichi )Mobil uyku tulumu olayını çok tuttum.


Villain'ler de fena değildi. Devamı sanırım gelecek, eh gelsin zaten, daha ancak şöyle bir girizgah yaptık durumlara.


Bu arada Animenin giriş parçası Porno Graffitti' den The Day.





Boku no Hero Academia - mangasını bilmem-  13 bölümlük haliyle çerezlik bir anime. Zaman geçirmek, eğlenmek için ideal.


ÜÇ ELMA MİMİ: Gökten 3 Elma Düşmüş.... (Ben yaptım ^^)

$
0
0





Eylül ayının ilk günlerini yaşadığımız şu günlerde benim beyin devrelerim iyice yandı. O derece yandı ki artık eriyip damlamaya başladılar. Bu yetmezmiş gibi yapmam ve yetiştirmem gereken işler var ancak karakterimin bir özelliği olarak onları son ana kadar bekletmeli ve bu esnada boş kalacağım için başka şeylerle uğraşmalıyım. İşte bu mim böyle bir durumun ürünü.



Bilemiyorum mimler böyle mi hazırlanıyor ancak oturup tüm ilgi ve alakamı bu mimi hazırlamaya sonra kendime sorup cevaplamaya verdim :)) (Daha önce hazırlanmış, böyle bir mim var mıydı bilmiyorum.Umarım yoktur.)



Adından da anlaşılabileceği gibi gökten üç elma düşüyor. İlk iki elma belli, üçüncüyü biz buluyoruz.

 Kurallar şöyle;

I - Doğal olarak 3. elma için tek bir doğru bir cevap yok, cevap bize kalmış ancak yanıtlarken sorunun ya da cevapların içindeki kısıtlara dikkat ediyoruz.

Örneğin;

Dostoyesvki' den 3 elma düşmüş, 1. si Karamazov Kardeşler  2. si Beyaz Geceler  3. ise ..... imiş.

Cevaplarda bir kısıt yok, soru Dostoyevski olarak sınırlamış. Dostoyevski' nin eserleri bol, içinden istediğimiz, sevdiğimiz birini seçiyoruz.


Gökten üç spor dalı düşmüş, birincisi futbol, ikincisi voleybol üçüncüsü ise .... miş.

Burada, ilk iki elma takım sporu olduğu için 3.yü seçerken bunun da bir takım sporu olmasına dikkat ediyoruz.



II-"Çünkü" kısmını mutlaka doldurmak. Burası tamamen yanıtlayana kalmış. İsterseniz kısaca, isterseniz uzun uzun nedeninizi yazabilirsiniz. İsterseniz, çünkü gökte yürürken başı dönmüş pat diye aşağı düşmüş de diyebilirsiniz. Burası cevaplayanın. Önemli olan burayı boş bırakmamak.



III - Herkes alıp yapabilir. (Olur da hoşuna giden, yapmak isteyen olur diye yazıyorum bunu :P) Herkesin ilgi alanı farklı olduğu için kimse tüm soruları cevaplamak zorunda değil. İsteyen hepsini cevaplar, isteyen hoşuna giden soruları alıp cevaplar. Tek şart; en az 10 soruyu cevaplamak.



Neyse, insanlar kendi mimlerini cevaplıyor mu çoğunlukla, bilmiyorum ama ben cevaplayacağım :)) Şimdi kendi kendimle diyaloğa giriyorum izninizle...



1- Gökten üç Shakespeare trajedisi düşmüş. İlki Hamlet imiş, ikincisi Kral Lear, üçüncüsü ise .... imiş.

Çünkü....

Othello

 Çünkü, aslında ilk anda Macbeth diyecektim - çok severim - ama" Arabın İntikamı" hatırına Othello diyorum. :)



2 - Rusya'dan 3 elma düşmüş. 1. Dostoyevski imiş. 2. Turgenyev 3. ise ....

Çünkü...


Gogol

Çünkü, bu aralar Gogol'ün tüm eserlerini tekrar elime alasım var.


3 - Gökten 3 elma düşmüş. 1 Oğuz Atay imiş 2. Reşat Nuri Güntekin 3. ise ....

Çünkü...

İhsan Oktay Anar

Çünkü  çok iyi, mutlaka okuyun (bence) En son Amat'ı okuduktan sonra bir iki gün ne yapacağımı bilememiştim.


4 - Gökten 3 elma düşmüş. Birincisi Raistlin Majere imiş. İkincisi Meursault' muş. (A. Camus/ Yabancı) Üçüncüsü ise .....

Çünkü....

Sun Wukong (Batıya Yolculuk)

Çünkü, en büyük anti kahraman bizim anti kahraman :)) Geyik bir yana Sun Wukong' un anti kahramanlığı biraz tartışmalı bir konu olabilir. Her şeyden önce kitabın yazıldığı yıllarda son dönemlerde popülerliği yükselmiş bir anti kahraman tanımı yoktu. Buna rağmen bana kalırsa Sun Wukong, tanım içerisinde birden fazla öğeyi içinde barındırması nedeniyle anti kahraman sayılır (en azından ilk bölümde). Geçerli nedenlerim var, gerçekten, ama uzun uzun yazamayacağım şimdi.


5 -  Yüzük Kardeşliğinden 3 elma düşmüş. Birincisi Aragorn, ikincisi Frodo, üçüncü ise .... imiş.

Çünkü...

Legolas

Çünkü, ah Legolas elf gözlerim olsun isterdim.


6 - Gökten 3 elma düşmüş.

Birincisi; Molloy - Malone ölüyor - Adlandıralamayan (S. Beckett) imiş.

İkincisi; Yüzük Kardeşliği - İki Kule -Kralın Dönüşü ( Tolkien) imiş.

Üçüncüsü ise ....

Çünkü....

Efsaneler Üçlemesi  ( İkizlerin Sınavı - İkizlerin Savaşı - İkizlerin Zamanı)

Çünkü Raistlin Majere :)


7 - Gökten üç elma düşmüş. Birincisi müzik imiş, ikincisi bale, üçüncü ise ....

Çünkü ...

Tiyatro

Çünkü anlatılmaz yaşanır.


8 - Gökten üç elmanın içinde üç masal düşmüş. 1. Pamuk Prenses ve 7 Cüceler  imiş 2. Hansel ile Gretel  imiş  3. ......   imiş.

Çünkü.....

Kurbağa Prens

Çünkü nice nesil öpülünce kurbağanın yakışıklı bir prense dönüşeceğini düşünerek perişan oldu.


9 - Gökten 3 elma düşmüş. 1. Yunan Mitolojisi imiş. 2. İskandinav Mitolojisi imiş 3...... imiş.

Çünkü....

Çin Mitolojisi

Çünkü, sınırlar ve çizgiler çok iç içe. Ayrıca isimleri aklımda hiç tutamıyorum. Yani kısacası içinden henüz çıkamadım.


10 - Gökten 3 elma düşmüş. 1. Ilyada imiş 2. Ramayana imiş  3. ...... imiş.

Çünkü....

Gılgamış (Gılgameş) Destanı

Çünkü, işin yok kayalara, tabletlere destan yazmışsın. Ondan da öte ölümsüzlük arayışı:)



11 - Gökte 3 elma asılı duruyormuş. 1. Dünya 2. Mars 3. ise  .... imiş.

Çünkü...

Satürn

Çünkü çok şık ve kendine münhasır. Halkalarına ayrıca bayılmakla birlikte tek sorunum (eğer bilgiler hala güncelse) bin yılda bir yağmur alması :(

Not: Pluton, kalbim seninle....



(Satürn: Şu endama şu karizmaya bakar mısınız? )


12- Gökten ak sakallı dede sarkıp fısıldamış; "Kardeş elimde üç elma var. Her biri ayrı bir zaman dilimini temsil ediyor. Hangi yy. a  gitmek istersin? Ama  ikisini sana hayatta vermem." Ak sakallı dedenin elindeki ilk elma   13. yy'mış. İkinci elma 24.yy. 3. elma ise...

Çünkü....

20. yy gibimsi.

Çünkü, eski maceraperest ben olsam MÖ 1 yy ya da 26. yy (insanlık yoksa da gidip bakacağız işte) falan derdim ama ben eski ben değilim artık. O nedenle 90' lar hatta 2000' lerin başı . (hahahaha şu anda kendimi çalımlayarak kendime gol attım yalnız!) Hadi 20.yy sonları diyeyim bari.



13- Gökten 3 elma düşmüş. 1. piyano imiş. 2. gitar 3. ise .... imiş.

Çünkü.....

Keman

Çünkü, çalabilmeyi en çok istediğim alet.


14 - Gökten üç elma düşmüş. Birincisi Joe Hisaishi imiş 2. Hans Zimmer 3. ise ....

Çünkü


Çünkü  John Williams demek Star Wars, Indiana Jones, E.T, Jaws, Minority Report, Jurassic Park, Saving Private Ryan ... falan demek.


15- Gökten 3 K-Pop grubu düşmüş. 1. DBSK imiş 2. Super Junior 3....imiş.

Çünkü....


Çünkü bir anda aklıma geliverdiler. (Bu arada yaşıyorlar mı, bilgim yok)


16- Göklerin kafasına esmiş, yönleri elma yapmış eğlenmek için jonklörlük yapıp bunları çeviriyormuş ki üç elmayı düşürmüş. 1. elma batı imiş 2. elma güney 3. ise... imiş.

Çünkü....

Kuzey

Çünkü karizmatik. Her dilde bu kelimenin bir karizması, bir ağırlığı var bence.



17- Gökten elma şeklinde üç adet film türü düşmüş. 1. si bilim kurgu imiş. 2. si komedi imiş.  si  3. sü ise ..... imiş.

Çünkü.....

Aksiyon. 

Çünkü derinliğe ya da detaylı alt metne gerek yok. Aksiyon- hareket olsun. Dünyayı kurtar kahraman ol, insanlığı kurtar kahraman ol, en zor durumlardan kurtul dünyadaki en cesur insan ol. Hepsinde kötü adamları döv, yen, kazan. Fazla kafa yorma.  Oh bir nevi katarsis, mis... Rahatlamak için ideal.



18 -  Gökten 3 elma düşmüş 1. Star Wars (Triology) 2. The Godfather 3. ..... imiş.

Çünkü....

Geleceğe Dönüş (Back to the Future)

Çünkü, Marty Mcfly ve Profesör.


19 - Gökten üç elma düşmüş. 1. Cha Seung Won imiş. 2. Dong won Kang imiş 3. ise .... imiş.

Çünkü........

Park Hae Jin

Çünkü en son Bad Guys'ı izledim ve hoşuma gitti. (Aslında 3. elma için de Dong won Kang diyebilirdim :P)



20 - Gökten 3 elma düşmüş. 1.Takuya Kimura imiş. 2.Shun Oguri imiş. 3. ....... imiş.

Çünkü.......


Çünkü eğlenceli.


21-Gökten 3 elma düşmüş. Yaşamak için 1. ve 2.de kontenjanlar doluymuş, 3. elmada kontenjan boşluğu varmış.  1. Beijing imiş 2. Londra  3. ...... miş.

Çünkü.....

Hmmm, şu aralar Seul.

Çünkü, biraz gözümüz gönlümüz açılsın, fena mı olur?


22- Gintama' dan üç elma düşmüş. Birincisi Sakata Gintoki, ikincisi Hijikata, üçüncüsü ise ...

Çünkü....

Iyyyy, bu zor olmuş biraz. Kagura

Çünkü ( zaten karar verirken çok zorlandım) yağmur yağıyor, şemsiye.




23- One Piece' den üç elma düşmüş. Birincisi Luffy, ikincisi Zoro, üçüncüsü ise ...

Çünkü....

Sanji

Çünkü Sanji, sevmemek mümkün değil!!



24- Gökten 3 elma düşmüş 1. Hateke Kakashi 2. Kisuke Uruhara 3....... imiş.

Çünkü.....

All Might

En son izlediğim  bu tanıma uyan bir karaktere sahip anime Boku no Hero Academiaidi. Yine de Kakashi ve Uruhara, All Might' a nazaran daha şanslı çünkü ne Naruto ne de Ichigo, Midoriya kadar ağlak.


25 - Gökte üç elma süzülüyormuş. 1. Planör 2. Uçak 3. ise ..... imiş.

Çünkü ....

Zeplin

Çünkü hep merak etmişimdir içinde olmak nasıl bir duygu diye.




İşte böyle... Şimdi yapmak isterler belki diye bu mimi öncelikle  Paul Muad-Dib, Shuu, esra, Alice Lawliet  ve   görüpte yapmak isteyen herkese paslıyorum. (sevipte kavuşamayanlar gibi oldu ^^)


Umarım görürsünüz ve yapmak istersiniz.



See you soon!!!






Blogger Life 2: Mim

$
0
0



Bundan bir süre önce bir seyahate çıkmıştım. Bu esnada esra beni mimlediğini haber verdi. Beni mimlediği için çok teşekkür ederim, bu beni çok mutlu etti ancak aynı zamanda kendisine bir de özürüm var. Çünkü seyahat uzadıkça uzadı. Mimlendiğimi görünce ilk düşüncem döndüğümde sakin kafayla rahat rahat yaparım olmuştu. Ardından büyük bir yoğunluk araya girdi, internete bağlanamama sorunları da cabası. Tüm bu gecikme karşısında  eve döndüğümde yaptığım ilk iş oturup bu mimi cevaplamak oldu ^^


Öyleyse başlıyorum...

1) Blogger denilince aklınıza gelen 3 şey ?

Tam sıralama bu şekilde olmayabilir ama  okuduğum bloglardan  aklıma gelen üç nokta;

1. Samimiyet/İçtenlik

Blog, hangi konuyla hangi temayla alakalı olursa olsun, bu ister kişisel blog olsun, ister kozmetik ister film/kitap, samimi düşünceler ve içten yorumlar okurken en çok hoşuma giden öğeler oluyor. Kim ne düşünür diye kaygıya kapılmadan yapılan yorumlar, aman da takipçi kazanır mıyım hesaplaşması olmadan aktarılan düşünceler, doğal ve samimi paylaşımlar, yorum ve cevaplar, beni okuduğum/takip ettiğim bloglara çekiyor.


2.Özgünlük

Bunu nasıl açıklasam,hmmm... Şöyle; özgünlükten kastım bloğun süper ilginç, daha önce düşünülmemiş bir konu ile alakalı olması değil. Bloğun kendine özgü havası, aktarımı ve üslubu kast ettiğim. Blog yazarının anlatım tarzı, bakış açısı, ele alış tarzı ve kendine özgü tarzı gibi...

3.Emek /  Paylaşım

Ben blogları takip etmeyi ve okumayı seviyorum. Bunda ise insanların yazılardaki emeğinin nedeni büyük. Mutlaka uzun uzun yazılar değil kastım ama araya kendi düşüncesinin, yorumunun sıkıştırılmış ya da eklenmiş olması veyahut kendi yaratımının sunulmuş olması beni keyiflendiriyor. Bu yazılardan/bloglardan öğrendiğim pek çok şey  oluyor.


2.Her temadan (kişisel,gezi ,kitap ,yemek)yazılarını en çok beğendiğiniz ve okumaktan  bıkmadığınız bloglara örnek veriniz ?

Pek çok tema ile ilgili blog okuyor ve takip ediyorum. Uzakdoğu ile ilgili blogları takip ediyorum çoğunlukla, kozmetik bloglarını da ediyorum.



3.Yeni blogger yazmaya başlayanlara verebileceğin öneriler ?

Ben iyi bir blogger falan değilim o nedenle kendimden verebileceğim tek öneri sabırdır sanırım. Bir süre sonra son derece tatlı insanlarla tanışıyorsunuz.

Bir okuyucu olarak ise önerim bu işin eğlenerek ve robotlaşmaktan uzak bir şekilde yapılması olabilir ancak. Kendim çeşitli blogları okurken bunu hissedebiliyorum.  (yani o bloğun/yazının keyif alınarak ve içten gelerek yazıldığı şeklinde)


4.Hangi ülkede yaşamak isterdim veya çok gitmek istediğin mekanlar ?

Hmmm, izninizle bu sorunun cevabını yaşamak istediğim ve gidip görmek istediğim ülkeler şeklinde ikiye bölmek istiyorum zira cevaplarım farklı.

Gidip görmek istediği ülkeler;

Uzun zamandır hayalini kurduğum ve bu sene yine zamanını kaçırdığım Yakutistan

Orta Asya ülkeleri; Kazakistan, Türkmenistan, Moğolistan, Özbekistan vs...

Bir süre önce isteğimden vazgeçtiğim ancak son zamanlarda yine depreşen Hindistan

ve hala gidemediğim Japonya (ve uzar gider bu liste...)

Yaşamak isteyeceğim ülkeler;

Kore (ama civarındaki pek çok ülke gibi yazları çok sıcak ve rutubetli oluyor, sürekli şekilde kaldırabilir miyim bilmem)

Herhangi bir İskandinav ülkesi

Ha bir de Alaska'dan yazlık satın almak istiyorum ^^

Bir mimin daha sonuna gelirken esra'ya beni mimlediği için tekrar teşekkür ediyorum. Son zamanlarda çok insanı mimlediğimden  kimseyi direkt mimlemiyor ancak  bu mimi  görüpte yapmak isteyen herkese paslıyorum.


Bad Guys: Kore Dizisi

$
0
0


Anladığım kadarıyla 2014 yılı Kore camiasında polisiye, suç, gerilim alanında iyi iş yapmış. You're All Surrounded'ın hemen ardından izlemeye başladım Bad Guys'ı. Aslında önceliğim Missing Noir M' di ancak teknik bir arıza sonucu Bad Guys'a dönmek durumunda kaldım.(Yazıyı eklediğim şu zamanlarda Missing Noir M de tamamlamanın zevkini yaşıyorum) Bad Guys'a başlarken  pek bir umudum yoktu zira biraz da karanlık görünüyordu fakat sonucu soracak olursanız çok beğendiğim bir dizi oldu. Bu Kore dizisinin bir güzelliği daha var, sadece 11 bölüm. Gerçi sonunda insan biraz üzülüyor 11 bölüm oluşuna ama ne yapalım?



Seoul polisi biraz zorda. Suç oranları ve vahşet derecesi artarken polisler buna yetişemiyor. Mevcut sayının yanında belli başlı diğer bazı sorunlar var. Öncelikle polisler suçlu gibi düşünemiyor. Çoğu, belli sınırların dışına çıkamıyor, izlemek zorunda oldukları kurallar ve geçmemeleri gereken çizgiler var. Bunun dışında diğer sıkıntı ise çoğu elini taşın altına sokmak istemiyor. Yani amaçlar aylık maaşlarını alıp hayatta kalmak. Memur insanlar sonuçta.





Emniyet Müdürü Nam Goo-Hyun (Kang Shin II), polis olan oğlunu görev başında son zamanların azılı seri katiline kurban verince alternatif bir planla geliyor. İçindeki acıyı dindirebilmek diğer bir amacı doğal olarak. Sıradışı bir ekip kurmaya karar veriyor ve bu işi, 2 yıl önce kızını başka bir seri katile kurban veren ve bunun üzerine görevden uzaklaştırılmış bir polis olan Oh Goo-Tak' a (Kim Sang- Joong)götürüyor. Oh Goo Tak ise bir şartla bunu kabul ediyor. Hapishaneden çıkaracağı 3 suçlunun bu ekibin üyesi olması gerektiğini belirtiyor. Bu şekilde ekip kuruluyor. Ekibe bir de müfettiş  Yoo Mi-Young ( Gan Ye-Won )dahil ediliyor, bunlardan sorumlu olsun diye. Böylece görevden uzaklaştırılmış bir polisin kontrolünde eski bir mafya üyesi, bir kiralık katil ve bir seri katil ve hepsinden kötüsü birazdan nedenlerini yazacağım şekilde gereksiz bir müfettişten  oluşan bu şirin ekip olayların üzerinde çalışmaya başlıyor.








Diziyi güzelleştiren bir nokta 11 bölüm oluşu. Bununla birlikte senaryo ve kurgu 11 bölüme çok iyi dağılmış. Gereksizlikten uzak, sağa sola yatmadan, altta işleyen diğer bir örgü ile oldukça derli toplu ve sürükleyici. Ben zeka açısından biraz sınırlı olduğum için dizinin 10 bölüm olduğu aklımda kalmış. 10. bölümde ağlıyordum "lan, dizi nasıl biter diye".   Kaptırmışım kendimi sürekli kalan süreyi kontrol edip "son 10 dakikada nasıl çözecekler bunu..." diye ufaktan kendimi yiyordum ki 11. bölüm olduğunu farkedince huzura erdim.  11 bölüm çok kararında ve akıcı. Ha, keşke 2. sezonu olsa derim bak.



İkinci nokta ise karakterler. Tahmin edilebileceği şekilde her karakterin kendine özgü bir niteliği var. Ayrıca senaryoya yedirilmiş bir ağırlıkları da var. Spoiler vermeden açıklanması zor bir olay ancak şu kadarını söyleyeyim karakterler dışında bu karakterlerin kendi içlerindeki dinamikler ve ilişkileri diziyi bu hale getiren en önemli nokta. Bunun dışında tabii ki oyunculuklar diğer bir nokta ki, izleyen anlar işte ne diyeyim.










Oh Goo Tak: Eski polis aslında sağlam da bir dedektif. Rüşvete uzak, suçluların azılı rüyası. Lakabı "Mad Dog" zaten, anlayın. Biraz sertlikten hoşlanıyor  ancak kızının ölümü dağıtıyor onu. İçindeki öfke ile birlikte bu ekip teklifi gelene kadar bir şekilde yaşıyor. Korkusuzluğu ise ayrı bir konu öyle ki azılı katillerin bile iç güdülerine bulaşma sinyalleri gönderebiliyor. Kim San Joong' u takdir etmek lazım zira dizideki en iyi performans kendisine ait kanımca.




Park Woong-Cheol (Ma Dong-Seok ) : Bir mafya üyesi, 20 küsur yıl yemiş. Mensubu bulunduğu çetenin tüm Seul'ü ele geçirmesinin sebebi adam. Bir nevi kendi teslim olmuş zira polisin bunu yakalayacağı yok. Sert görünümlü, yumrukları meşhur olan bu eleman aslında bu 4' lü arasında bir şekilde en vicdanlı olanı sanırım. Aynı zamanda en sosyal olanı olduğunu eklemeyi unutmamalıyım. Ma Dong Seok' un performansı da çok iyi.





Jung Tae- Soo (Jo Dong Hyuk): Kiralık katil tam bir profesyonel. Zamanında kaç insanı öldürmüş bilinmiyor ancak bir tek cinayeti sebebiyle gidip kendi teslim oluyor. Bana kalırsa ekibin en incelikli elemanı. Bu arada dövmeler on numara, gönül isterdi daha fazla görmeyi. ( Az önce bu diziye yapılabilecek en gerizekalıca yorumu yaptığımdan dolayı kendimi tebrik ettim, diziden özür diledim. Ama yılmıyorum, ileride bir tane daha yapacağım) Jo Dong Hyuk' un performansı muazzam.








Lee Jung Moon (Park Hae-Jin) Ekibin seri katili. Yüksek IQ sahibi  ve psikopat. Ömür boyu hapis cezası var. Park Hae-Jin' in karakter yorumu ise her ne kadar bir şey yapmıyormuş gibi gözükse de gayet başarılı.


Yoo Mi Young (Gang Ye-Won) : Gang Ye Won ile ilgili bir sorunum yok ama Yoo Mi Young karakteri ile bir sorunum var. Şimdi,  anlıyorum, dizinin kurgusu ve senaryo yapısı gereği sorgulayıcı, mahkumlara insan olmayan yaratıklar olarak bakacak falan bir karakter lazım. Ne var ki ya karakterin yapısında, analizinde ya da oyuncunun yorumunda bir problem var. Çıktığında sinir bozan, bir iki pratik nokta hariç olmasa da olur bir karakter ortaya çıkmış. Havada kalmış sanki biraz.








Böyle bir ekip olunca, sistemin dışında sistemin dışına itilmiş insanların durumları, suçluların hakları vs... gibi konuların da ele alınması lazım. Ha, dizi değiniyor ama çok fazla bu noktalara dalmıyor. Bunun yanında dizide en fazla sorulan soru insan ile hayvanın farkı ya da kötülüğün bir sınırı var mı gibi sorular.


Dizinin müzik seçimleri güzel. Aksiyon sahneleri oldukça tatmin edici. Final bölümünde Tolstoy alıntıları yaparak fular takmayı da ihmal etmiyor.



Bu şekilde anlatınca sanki çok karanlık bir havası varmış gibi görünüyor, Doğrudur, normalde var olan dizilerden bir adım daha karanlık bir havası olmasına rağmen o kadar da değil, ayrıca kendi içinde bir espri anlayışı ve eğlenceli dakikaları da mevcut.






Çok nabız yoklayıp  dizilerin başarı ya da  popülerite durumlarını takip etmiyorum ancak içimden bir ses bu dizinin biraz hakkının yendiğini söylüyor. Yemeyin, oldukça başarılı bir yapım. İzlediğim en iyi dizilerden biri diyebilirim. Tür herkesin hoşuna gider mi bilmem ancak niyetiniz varsa düşünmeden başlayın ve izleyin derim ben. Keşke 2. sezonu olsa :(


En gerizekalıca ikinci yorumumu da unutmayayım.

Kim Jae-Seung  



Bu çocuğu dizinin en baby-face' i ilan ettim.

Dimension W: Anime

$
0
0



"Bilimin, başlangıcından itibaren, yarı eğitilmiş beyinlerden bir buhar gibi yükselen sahte bilimin halesiyle kuşatıldığını biliyoruz."

(S. Lem /Sahibinin Sesi)




2016 animelerinden 12 bölümlük Dimesion W, kendi içinde derli toplu ve kendi çapında ortalama üstü bir anime.


Malumunuz 3 boyutlu bir dünyada yaşıyoruz.  "Eğer dördüncü bir boyut olsaydı, ne olurdu?"  sorusunun cevabını bilim ya da popüler bilim ile ilgilenenler az çok düşünmüşlerdir. Çeşitli platformlarda ya da edebiyatta şimdiye kadar zamanın bir dördüncü boyut olabileceğinden sıkça bahsedilmiştir. Dimension W bu soruya farklı bir bakış açısı getiriyor.


İnsanoğlu,  2036 yılında W olarak adlandırılan boyutu keşfediyor. Boyutun tamamen ne olduğunu bilmemekle birlikte buradan gelen enerji ile insanlığın enerji sorunu çözülüyor. "Coil" adı verilen aletler bu boyuttan sadece enerji çekmeye yarayan aletler. Eh, zaten fosil yakıtların sonuna ereceğimiz günler yaklaşırken  alternatif enerji üretimi konusunda tatmin edici sonuçlar alamadığımız dönemleri yaşıyoruz bizde. Anime dünyası şanslı işte, coiller vasıtası ile enerji sorununu çözüyorlar. Zamanla dünyanın 60 noktasına büyük kuleler inşa ediliyor ve bunlar birleştiriliyor. Tüm bu enerji konusu New Tesla Şirketi' nin kontrolü altında toplanıyor. Böylece insanlık enerji sorununu çözmüş bir şekilde mutlu ve refah görünüyor. Eh, tek bir şirket varsa tekelleşme söz konusudur bir kere. İkincisi kullanılan coillerin yasal ve orijinal olması zorunluluğu getiriliyor. Orijinal varsa sahte de vardır,yasal deniliyorsa mutlaka yasa dışı da bulunur. O nedenle bu dünyada yasa dışı coil kullananlar da mevcut ve New Tesla, coil avcıları denilen insanları kiralayarak bu yasadışı coilleri toplama çabası içerisinde.






Bu noktada karşımıza Kyouma Mabuchi (Ono Daisuke) çıkıyor, animenin ana karakteri olarak. Huysuz, insanlarla iletişime girmeyen, coillere ve yeni teknolojiye karşı bir karakter. Antika arabaları kullanmayı tercih ediyor ve kendisini boş zamanlarında genellikle araba tamiri ile uğraşırken görüyoruz. Kyouma Mabuchi,  coil toplayıcısı olarak çalışıyor aynı zamanda. Anime ilerledikçe, Kyouma' nın geçmişi  yavaş yavaş ortaya serildikçe neden kendisinin animenin ana karakteri olduğu anlaşılıyor.





Kyouma' ya Mira katılıyor. Bir çeşit robot olan Mira şirinlik abidesi. Kyouma' ya katlanabilmesi önemli bir özelliği.


Bir diğer önemli krakter ise Albert Schuman (Akira Ishida). Kyouma ile geçmişten gelen bağına sadık ve arkalardan kollayan bir eleman olmakla birlikte New Tesla çalışanı. Animenin en neşeli karakterlerinden bir tanesi sayılabilir.



Animede pek çok karakter var ama hepsine tek tek değinmeyeceğim Animeye renk getiren diğer bir karakter ise Salva Enna Tiesti.



Animenin sonlarına yaklaştıkça aslında keşfedilen bu yeni boyutun bilinenden daha öte olduğu ve keşfeden kişi tarafından neden sadece enerji çekmek için kullanıldığı daha net anlaşılıyor.


Animenin kapanış parçası  Fo'xTails/Contrast





Kendi içinde tutarlı sayılabilecek ve izlenebilecek bir anime bana kalırsa.



3 ADET AAMIR KHAN FİLMİ: Hint Sineması

$
0
0




Son bayram tatili, son yıllara nazaran iyi ve hoş geçti. Bunda  bayramdan önce bulunduğum yerden kaçmamın ve bir süreliğine olsa da hava değiştirmemin etkisi oldu. Hoş sohbetler, güzel zamanlar geçirdim bu sayede. Tüm bunlara rağmen bu tatilin kazananı kimdi diye bana soracak olursanız, benim açımdan Aamir Khan' dı diyebilirim.



Tamamen tesadüfler silsilesi sonucu üç günde üç adet Aamir Khan filmi izlemiş oldum. Üç film yetmezmiş gibi üzerine bir de 4. gün,  alakasız bir yerde, oturduğum masada önüme  bir adet kitap geldi. Bildiğiniz şak diye önüme kondu!  Hayat bazen gerçekten ilginç olabiliyor.




Eskinin Bollywood severi olan ben,  doğruyu söylemek gerekirse uzun ama uzun zamandır Hint filmlerini takip etmiyordum. Gerçi son yıllarda (son dediğime bakmayın, uzunca bir süredir ) ne yaptığımı ben bile bilmiyorum!  İlk akşam biraz çekingence sorulan "hadi Aamir Khan'ın filmini izleyelim?" önerisine de her zamanki gibi ne büyük bir istek ne de bir isteksizlikle "olur" cevabını vermiştim ancak devamı güzel geldi.



Muhtemelen çoğunluğun izlediği bu filmleri yazmamın nedeni bu rastlantılar ve bunların zihnimde açtığı sonuçlar. İzleme sırası şu şekilde gerçekleşti; (Her ne kadar başlığı Aamir Khan filmleri olarak atmış olsam da, üç filmden ikisinin yönetmeni Rajkumar Hirani)



1 - P.K 


2014 yapımı P.K' in  yönetmeni Rajkumar Hirani. Filmde Aamir Khan, Anushka Sharma, Boman Irani, Sushant Singh Rajput, Sanjay Dutt gibi isimler yer alıyor.



Dünyayı keşif için gelen bir uzaylı, daha ilk dakikada gemisini geri çağırmasını sağlayan  bir kontrol paneli olan kolyesini bir hırsıza kaptırıyor. Bundan sonra evine dönebilmek adına bu kolyeyi aramaya başlıyor ve "Tanrı" kavramı ile tanışıyor. Tanrı' dan kolyesini geri vermesini dilerken aynı zamanda dünyayı, Hindistan'ı ve insanları da tanımaya başlıyor. Jaggu ile tanıştıktan sonra sorularını seslendiriyor.


Doğruyu söylemek gerekirse filmi izlerken ve izledikten sonra oldukça şaşırdım. Hindistan gibi toprakları üzerinde pek çok farklı inancı barındıran ve bunlar hakkında konuşmanın neredeyse tabu sayıldığı  bir ülkeden bu tarz bir film çıkması beni şaşırttı diyebilirim. Dediğim gibi Hint sineması ile ilişkim sınırlı, daha öncesinde benzer örnekleri var mıdır bilemiyorum ancak bu tonu ve anlatım dilini yakalamış bir filmi izlemek bana kalırsa keyifliydi. Film, her ne kadar dinler üzerine yoğunlaşmış gözükse de aslında sosyal sistemi eleştiren bir film.



Bu soruları  uzaydan gelmiş, bir çocuk misali saf, ön yargılardan uzak ve toplumsal dayatmalar nedeniyle henüz mantık işleyişini kaybetmemiş bir varlığın sorması hem güzel (aynı zamanda işlevsel)  bir fikir hem de doğal.






Ana eleştirisi,  insan ile inandığı yaratıcısı  arasına girenler ve bunlardan kazanç sağlayanlara ek olarak değerlerin sömürülmesi olan filmde aslında bunun ardında da pek çok soru soruluyor. Hangi Tanrı (yaratıcı) ? , bizi yaratan mı, insanların yarattığı mı? Doğum işaretlerimiz nerede? gibi...



Yine daha öncesinde çeşitli filmlerde sorulmuş sorular yine bu filmde de yer alıyor. Örneğin adını şu anda hatırlayamadığı bir savaş filminde  geçen -yaklaşık-  "biz kazanmak için tanrımıza dua ediyoruz, onlar da kendi tanrısına. Peki hangimizin dileği kabul olacak?" veya yine başka bir filmde hatta edebiyatta yer alan " bu kadar fakir çocuk varken bu tanrılar nerede" ve  daha nicesi gibi...


İnsan eliyle değerlerin sömürülmesinin ardında filmin pek çok karesinden fışkıran soruları algılamak ve kendince yanıtlamaya ya da yanıt aramaya girişmek ve filmi bu doğrultuda yorumlamaya çalışmak artık izleyene kalmış. Film sorular soruyor, zaten sorgulayıcılık üzerinde duruyor ancak bunlara cevap vermiyor ya da kendi düşüncesini kabul ettirmeye çalışmıyor. Tüm bunları yaparken ise inançla (hiçbiri ile) dalga geçmiyor, aksine insanların bunların karşısında aldığı pozisyonu dilini de ayarlayarak mizah yolu ile düşündürmek için kullanıyor.



Filmde kullanılan "yanlış numara" benzetmesi oldukça hoş olmak ile birlikte onunla eşdeğer olan kavram" dans eden arabalar " bana kalırsa ^^


Ve söylendiği gibi, tüm evreni ve dünyayı yaratan yaratıcıyı korumak işini insanlar üstlenmemeli. Filmin en kayda değer sahnelerinden bir tanesi bu olsa gerek( İzleyenler anlamıştır.)



Aslında eleştiriler bununla bitmiyor tabii ki. En hoşuma gidenlerden bir tanesi dil üzerine olandı. "İnsanlar bir şey söylüyor ama aslında başka bir şeyi kast ediyor" diyordu P.K. Haklı mı? Haklı! "Nasılsın?" diye soran  birine kötü de olsak "iyiyim" diyoruz çoğu zaman ama karşımızdakinin halimizi anlamasını da istiyoruz diğer yandan. Bunun gerçekliğini anlamak karşımızdakine kalmış. Bunun gibi bir sürü örnek düşünün kafanızda işte.  Filmin en  temelinde insanlık ele alınmış.







Mesajlar çok mu direkt, insanın gözüne mi sokuluyor bilemiyorum. En azından benim için rahatsız edici değil.  Aamir Khan'ın çoğu filminin  mesaj kaygısı taşıdığını biliyoruz. Bu filmde bazı mesajlar insanın gözüne sokulsa bile - anlatım tarzı nedeniyle - çok göze battığını düşünmüyorum aksine eğer çok değişkenli, çok geniş bir kitleye ulaşmaya ve bunları onlara taşımayı düşünüyorsanız bu kötü bir şey de değil bana kalırsa. Bu direkt mesajların altında pek çok ufak ayrıntı, soru, detay, minik mesajlar olduğunu eklemeden de geçmeyeceğim. Filmde bazı konulara  bayağı geniş açıdan bakılmış, bu da bir artı.



Film süresine rağmen akıcı ve renkli. Oyunculuklar oldukça başarılı. Filmin en büyük başarısı, ele aldığı konuyu, bu tonla, bu derece estetik şekilde  ve herkese ulaşabilecek şekilde işleyebilmiş olması. İzlemesi kesinlikle keyifli bir film bana kalırsa, izleyin pişman olmazsınız. Eğlendirirken düşündürebilmek önemli bir işlev.



2 - 3 IDIOTS 








2009 yapımı bu filmin yönetmeni Rajkumar Hirani. Filmde Aamir Khan, R. Madhavan, Sharman Joshi, Kareena Kapoor, Boman Ironi gibi isimler yer alıyor.



Doğruyu söylemek gerekirse,  zamanında bu film çok övülünce izlemekten kaçınmıştım. Daha sonra muhtemelen filmi başka bir şeyle karıştırıp (bazen bende oluyor, farklı çağrışımlar yapıyor, bir filmi başka bir film ile falan karıştırıyorum) izlemekten iyice kaçındım sonra da unuttum gitti. Neyse, 2. gün karşıma çıkan film 3 Idiots idi.



Söylemeliyim ki ezberci ve insanı notlarıyla etiketleyen, yaratıcılığa, kişilerin farklılığına ve farklı düşünce tarzlarına izin vermeyen eğitim sistemlerine gömen tüm filmler baştacımdır. Bu (ve benzer) sistem (ler) den hayatım boyunca her yerde nefret ettim. Baş kaldırım şu yaşıma gelmiş olmama rağmen bunun ilerisine, yani insanları  tek tipliliği, tek boyutluluğu, muhteşem robotik özellikleri ve yalakalığıyla ile değerli bulan sistemle hala devam etmekle birlikte bu başkaldırı dönüp dolaşıp yine bana giriyor ama olsun, ben iyiyim. :)



Bir mühendislik fakültesinde geçen film, ezberci ve rekabete dayalı toplumsal sisteme öğrenci hazırladığı için öğrencileri birer not ve yarış atı şeklinde gören ( özelinde eğitim ) sistem eleştirisi. Bununla birlikte içinde dostluk, umut, aşk gibi diğer noktaları da barındıran, izlemesi keyifli ve eğlenceli bir film. (Yani sanırım izlemeyen çok azdır? )






(Filmin müzik seçimlerini ben çok güzel buldum. Hepsi ayrı ayrı keyifli ancak bu parça nedense bir adım önde benim için. Parçanın kendi havasının, tadının yanında kullanıldığı sahneler de beni ayrıca etkilemiş olabilir.

"Give me some sunshine, give me some rain
Give me another chance, I wanna grow up once again"

Daha ötesi var mı? )



Aamir Khan'ın yaşını bu film ile birlikte öğrenip dumur olduğum doğrudur. ( Daha önce merak etmemiştim)   Yine de bu noktada yalnız olduğumu sanmıyorum?



Oyunculukları son derece başarılı buldum. Her ne kadar tam anlamıyla gerçekçi olmasa da filmin tonu bu kardeşler demek istiyorum. Bu haliyle dahi pek çok öğrencinin iç dünyasına ışık tutulmuş^^



Rancho (Aamir Khan) hayatta pek çok insanın olmak istediği/isteyeceği bir karakter olmak ile birlikte eminim herkes hayatında böyle bir arkadaşa sahip olmak ister.



Farhan ve Raju yani R. Madhavan ve Shaman Joshi de performans olarak gayet iyi. Dostluklar kolay kurulmuyor işte.





(Türkçe alt yazılısını seçtim. Filmlerdeki tüm parçalarda olduğu gibi sözler de ayrıca güzel)



Virüs, hayatım boyunca karşılaştığım tiplerden biri. Eskiden Virüs gibilerden daha çok bulunurdu. Her ne kadar Virüs masum olmasa bile yine de hakkını yememeliyim. Virüs gibiler her şeye rağmen kendi içlerinde tutarlıdır. Bir birikimleri, bakış açıları vardır. Bunu kırabilirsiniz ya da kıramazsınız. Günümüzde bunların çok daha değişik, rüzgara göre yön değiştiren ve en kötüsü kendilerine ait bir bakış açıları olmayanları sayıca çok fazla ne yazık ki!


Ve Chatur...  Hayatta Chatur gibilerden bolca bulunuyor, değil mi?



İçindeki sistem eleştirisi ile birlikte oldukça eğlenceli bir film 3 Idiots. "Overrated" mi, bilemeyeceğim ama izlemesi son derece keyifli. Zamanın nasıl geçtiğini insan izlerken hissetmiyor.







Eğer benim gibi bir hataya düşmüşseniz kendinize bir şans verin.



3 - Taare Zameen Par (Her Çocuk Özeldir)




2007 yapımı bu filmin yönetmeni ve yapımcısı Aamir Khan. Oyuncular arasında Darsheel Safary, Aamir Khan, Tanay Chheda gibi isimler yer alıyor.


Filmin adı Dünyanın Yıldızları (Imdb' de Yerdeki Yıldızlar). Birazdan bahsedeceğim kitapta, filmin sloganının "Her çocuk Özeldir" olduğu söyleniyor.



Film disleksik bir çocuğun yaşamından kesitler sunuyor. Rekabetçi bir sistemin ortasına atılmış bu çocuğun, kendi hayal dünyasında yaşayan kendince mutlu bir çocuk olmasına rağmen,    sosyal sistem içinde  toplum tarafından disleksinin de etkisiyle başarısız, aptal, yaramaz, tembel olarak etiketlenmesini gösteriyor. Kendini tam anlamıyla ifade edememesi nedeniyle öfkeleniyor zaman zaman. Bir süre sonra ders notları dipte olduğu için zeka geriliği olduğundan da şüpheleniliyor. Ailesi,  bu ele avuca sığmayan çocuğu terbiye etmek ve cezalandırmak için çocuğu yatılı bir okula gönderiyor. Ne yapsa bir türlü başarılı olamayan, kendini kabul ettiremeyen çocuk bir süre sonra artık itilmişliğinin de etkisiyle tamamen öz güvenini  kaybediyor ve kendini soyutluyor. Filmin ikinci yarısında ortaya çıkan yatılı okulun geçici resim öğretmeni tarafından çocuğun hayata döndürülmesini izliyoruz Taare Zameen Par' da.




Disleksi ile ilgili pek çok hikaye ve olay duydum, özellikle son yıllarda. Türkiye'de ne kadar yaygındır bilemiyorum ancak çoğu insanın disleksi ile ilgili bir fikri olmadığını düşünüyorum. Duyduğum bu hikayelerden en fantastik olanı ( fantastik burada acı, inanılmaz, şaşkınlık verici anlamında) zamanında küçük bir kızın liseye kadar disleksik olduğunun  öğretmenleri,  ailesi, yakınları tarafından farkına varılmadan gelebilmesi - ki ne acılar, ne durumlar yaşadığı ayrı bir konu - sonunda zeka geriliği teşhisi konulması üzerine İstanbul' da özel bir okulda sorunun disleksi olduğunun farkına varılması. İnternet çağını yaşadığımız, haberleşmenin kolay sayılabileceği şu günlerde dahi pek çok öğretmenin öğrencisinin sorununun köküne inip böyle bir sorunu olabileceğinin farkına varabilmesi olasılığını çok düşük olduğunu düşünüyorum. (yani en azından diyebilirim ki  bildiğim  çocukların hiç birinde varıldığını görmedim)




Yine de film her ne kadar disleksik bir çocuğa odaklanıyor olsa bile aslında özünde, sloganı gibi her çocuğun ayrı bir ışık, dünyada yer alan ayrı bir yıldız olduğuna, hepsinin ayrı ayrı farklı özellikleri olduğuna vurgu yapıyor bana kalırsa. Filmde engelli çocukların yer alması ve onlara değinilmesi ayrıca hoş.







Film, ağlatma kapasitesine sahip ayrıca sizi çok güldürme potansiyeline de sahip. Film bittikten sonra ise bir şekilde insan mutlu ve hafiflemiş hissediyor kendisini. Filmi eğer tek başıma izlemiş olsaydım muhtemelen ağlardım. Bu sefer izlerken gözyaşı dökmemeyi başarabildim ancak dolu olan sinüsler nedeniyle zaman zaman yanaklarım ve alnım ağrıdı ^^


Film, Aamir Khan'ın ilk yönetmenlik denemesiymiş. Bana kalırsa arka plandaki herkes çocukların dünyasını oldukça iyi anlamış. Çocukların ve aynı zamanda Ishaan'ın gözünden dünya çok iyi yansıtılmış. Bu anlamda başarılı.



Oyunculuklar filmin diğer başarılı öğesi. Çok doğal, çok sade, insana dokunan cinsten. Özellikle Ishaan yani Darsheel Safary, filmi alıp götürüyor. Kitaba göre, uzun arayışlardan sonra Darsheel Safari' yi bir dans okulunda bulmuşlar ve normalde çok mutlu bir çocukmuş. (Filmdeki enerjisini göreceksiniz zaten) Ağlama sahneleri söz konusu olunca "Aamir amca, ben ağlayamam" diyormuş. Bununla birlikte filmde rol alan tüm çocukların ilk kamera önü deneyimiymiş. Hem Darsheel hem diğer çocuklara yol göstericilik büyük ölçüde Aamir Khan' a düşmüş.





(Şarkı eğlenceli. Aamir Khan burada çok hoş gözüküyor, bu ise ayrı bir konu ^^. Ancak bu videoyu çocuklar nedeniyle izlediğimi de söylemeliyim. Çabaları, doğallıkları çok tatlı. Yani bir insana kameraya bakma derseniz, istemese dahi gözü inadına kameraya kayar. Başarılı değil mi şimdi?)



Söylediğim gibi bana kalırsa film çok sade, doğal ancak izleyene oldukça ince dokunuşlar yapabilen bir film. Ben oldukça beğenmekle birlikte çok başarılı buldum. Taare Zameen Par, Oscar' a aday olamamış.


Film çoğunlukla olumlu eleştiriler almış ancak kitapta Variety' nin yorumu ilgimi çekmişti. Kitap elimde olmadığı için  birebir yazamıyorum ancak şöyle bir şeydi; "Şüphesiz sempatik ancak gerçek bir dram ve ilginç karakterlerden yoksun". Kitabı okurken, bu yorumu hayretle yanımdaki arkadaşlardan birine okudum. Arkadaş istifini hiç bozmadan "Amerikan sinemasının formüllerini ve başarısını korumak adına böyle bir yorum yapmışlardır" dedi ve kahvesini yudumlamaya devam etti.



Gerçekten yorumun ardında herhangi bir niyet var mı bilemem ama film hakkında yapılan bu yoruma katılmam mümkün değil. Film sempatik, kesinlikle evet. Dram noktasına gelirsek... Film eleştirmeni falan olamam, sinemadan pek anlamam, milyonlarca film izlemişliğim yoktur. Buradaki gerçek dram mevzusunu  anlamadım. Yani, 8 - 9 yaşındaki bir çocuğun kendini dış dünyaya ifade edemeyişi, dünyayı farklı algılayışı, belirli toplumsal çizginin dışında kalışı, etrafındakiler tarafından anlaşılamaması, cezalandırılması, kendini ortaya çıkaramaması gibi nedenlerden dolayı depresyona girmesi, öz güvenini kaybetmesi, dışarı itilmesi dram değil midir? Yoksa bunun çok sıradan bir durum olması mı dram etkisini üstünden alan bilemiyorum. Bana kalırsa en has dram bu. İlginç karakterler noktasına gelirsek, ne bileyim ezbere konuşmayan çocuğa "otur, sıfır" diyen öğretmen, başarısızlığı nedeniyle "çocuğunuz geri zekalı, okuldan alın" diyen müdür, "ilgiyi" etrafa göstermek sanan ebeveynler sıradan karakterler, evet. İlginç değiller! Çocuğun farkına varan, üzerine eğilen öğretmen karakteri biraz hafif çizilmiş olsa da (bu da çeşitli nedenlerden, çocuk oyuncunun önüne geçmemek vs.. falan gibi güzel bir karar bence) ilginç değil mi bilemiyorum, klişe olabilir belki!(Filmi beraber izlediklerimden biri serzenişte bulunmuştu film esnasında "neredeeeeee böyle ilgili, fedakar öğretmenler" diye) Sonunda da çocuk epik bir başarı yakalamıyor, belli ki sorun burada. Derslerinde ilerleme gösteriyor, normal bir çocuğa dönüşüyor ve dönem bitiyor. (bence epik bir başarı ve film adına başarılı bir son tabii)


Neyse, tüm bunların dışında film bir sistem eleştirisi işte.




(Bu şarkıya, sözlerine, film içindeki kullanımına, tanımlamasına methiyeler düzebilirim.Çocuğun son anda su birikintisine özenle sıçrayıp basmasına ayrıca gülüyorum, güzel detay. Çünkü çocuklar gerçekten böyle)



Bir öğretmenin yardımı ile hayata dönen bir çocuk... Bir çocuğun sevgisini ve saygısını kazanabilmek dünyadaki en güzel ve özel şeylerden bir tanesi olsa gerek. İzlemesi çok keyifli bir film. Sıradanlığı, yoğunluğu, eğlencesi ve etkileyiciliği, her şeyden öte çocuk dünyasını yakalayışı ile başarılı bir film. Kendinizden de çok fazla şey bulabilirsiniz. Eğer izlemediyseniz şiddetle öneririm.



Benim Yolum - Aamr Khan'ın İnanılmaz Yolculuğu



Christina Daniels tarafından kaleme alınan ve  Türkçeye çevrilerek  Martı Yayınlarından 2015 yılında çıkan kitap, Aamir Khan'ın hayatı ve işlerini  anlatıyor. Üçüncü bir ağız tarafından, derlemeler halinde sunulmuş. Bir gün içinde hepsini okumaya fırsat bulamasam da hoş bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Sinemaya bakış açısı, düşünceleri, filmler hakkındaki bilgiler (amaçları, arka planı, yapılmak istenenler vs...), birlikte çalıştığı insanların kendisi hakkındaki yorumları, özel hayatı gibi konular  yer alıyor. Tüm aktivistliğine ve filmlerini özenle bir mesaj amacı ile seçmesine rağmen Aamir Khan'ın sinemanın esas işlevinin eğlence olduğu düşüncesinin en azında yukarıda yer alan üç film için doğru olduğunu söyleyebilirim. Hayranlarının beğeneceği bir kitap sanırım.


Son olarak bu yazıyı sonlandırırken tabii ki All izz well :)








SERVAMP: Anime

$
0
0






2016 animelerinden Servamp,  12 bölüm. Kolay izlenen, bir oturuşta  biten animelerden.


Vampirlerle ilgili olan bu animede ana karakterimiz Mahiru (Terashima Takuma) 15 yaşında bir velet. İlginç bir hayat mottosuna sahip olan Mahiru kardeş, günün birinde okuldan eve dönerken yolda bulduğu minik, siyah bir kediye acıyarak onu evine götürüyor. Sonradan anlaşılıyor ki bu kedicik aslında bir vampir. Şehirde ağırlığını hissettirmekte olan başka bir vampir olan melankolik Tsubaki ile de yolları kesişiyor. Bu sayede olaylar gelişirken, farklı karakterler hikayeye dahil oluyor...








"Servamp" kelimesi, hizmet eden vampir'in kısaltması olarak kullanılıyor. Bu servamp'lar bir insan ile kontrat yaparak onun hizmetine giriyor ve sözünden çıkmıyor. Söylediklerine göre bunların sayısı sınırlı. Şöyle bir bilinen ya da dillendirilen olayları, durumları da düşünerek bence bir tahmin yürütün kaç tane servamp olabilir diye ? ^^ (Animede bunun için ipucu mevcut zaten, isimleri içinde. ) Servamp'ın kontrat yaptığı insana da Eve deniliyor.



Kuro (Kaji Yuki), Mahiru' nun servamp'ı olarak takdire şayan bir kişiliğe sahip. Tembelliğini, uyku severliğini, çoğu zaman genişliğini ve hatta uyuzluğunu takdir etmemek elde değil.


Mahiru, işte ana karakterden bekleyeceğiniz şekilde konuşan, sevgisiyle rakiplerini alt eden biri. (Seni sevgimle döverim hahaha...)




(İletişim içindeler. Licht&Hyde)



Her ne kadar animenin ana karakteri Mahiru olsa da Eve'ler içerisinde Licht (Nobunaga Shimazaki), tüm o melek geyiklerine rağmen parlayarak rol çalıyor. (en azından benim için) Eleman,  bir nevi serinin ana karakteri modunda takılıyor. En az kendisi kadar servamp'ı Hyde' a kendi halinde takılıyor. Sanatsever, özelinde tiyatro tutkunu özellikleShakespeare' den alıntılarıyla animede boy gösteren Hyde'ın (Ryouhei Kimura)  Licht için yaptığı "cool, cool, cool" yorumlarına katılmamak elde değil.



(Hyde kardeş yine tek kişilik sunumunda)





12 bölüm içerisinde servampların hepsini göremiyoruz yani görüyoruz ama ana aksiyonda 4 ya da 5 tanesi yer alıyor. Bunun dışında elimizde bir de Tsubaki (Suzuki Tatsuhisa ) var.  Kendi ekibi ile birlikte aksiyonu yaratıyorlar.


Servamp'ın açılış parçası OLDCODEX' den "Deal With".




Servamp kolay izlenen, şirin, dert/tasa yaratmayan, izlemesi keyifli bir anime. Tüm bu nedenlerden dolayı bir oturuşta izlenebileceklerden.


Train to Busan (Kore Filmi): Uhhhhh Zombiler

$
0
0




Bir süredir Train to Busan'ın  adını çok duyuyordum ancak içinde Gong Yoo' nun bulunması  dışında filme dair bir bilgim yoktu. Hasta ve ateşli olduğum bir gün, evde de yalnızken bir bakayım nasılmış film dedim ve anladım ki zombi filmi. Gözlerimden kalpler fışkırdı. Tüm hastalığıma ve halsizliğime rağmen sinema ortamımı kurup başladım izlemeye.2016 yapımı Kore filmi olan Train to Busan'ın yönetmeni Yeon Sang-ho. Filmde Gong Yoo, Kim Soo-Ahn, Ma Dong-Seok, Jung Yu-Mi, Choi Woo-Sik  gibi isimler yer alıyor.



Seok-Woo, işkolik sayılabilecek (ve hayatta çalışmayı düşünmeyeceğim sektörlerden birinde çalışan), benmerkezci, boşanmış bir adam. İşine düşkünlüğü nedeniyle 9 yaşındaki kızı ile bağı pek kuvvetli değil. Yani kızı komple unutmuş değil,ilginçtir doğum gününü falan hatırlıyor ama gidip  daha önce aldığı hediyeyi fark etmeden tekrar alıyor falan... ( Hep fazla çalışmaktan beyin ambalesi olmanın sonuçları işte)  Etrafından gelen "Bir kere de şu çocuğa verdiğin sözü tut" baskılarının altında kalarak (nihayet) çocuğun doğum gününde, kızını annesinin yanına yalnız göndermek yerine kızı ile birlikte Busan trenine biniyor. Bundan kısa bir süre önce Seul' de virüs yayılmaya başlıyor.(Buradan tüm ülkeye yayılacak) Seok-Woo ve Kim Soo-Ahn, trene bindiklerinde Seul'ün içine düştüğü kaostan bihaberler. Onlar trende zombilerle tanışıp hayatta kalma mücadelesi verecekler ve bu esnada olayın vahametini anlayacaklar, izleyenler gibi.



Train to Busan'ı beğenme seviyeniz ne beklediğinize bağlı olarak değişecektir muhtemelen. Şahsen benim bir beklentim yoktu, aksiyon olsun, zombiler zıplasın istiyordum, dileklerim gerçekleşti. Zaman zaman gerildim. Bu artık ateşimin yüksek oluşundan ya da yaşlanmış olmamdan da kaynaklanıyor olabilir. Geyik bir tarafa, film aksiyon ve gerilim açısından başarılı. Ağırlıklı olarak trende geçmesine rağmen aksiyon koreografileri ve görüntüler kendini izletiyor. Bu arada zombi kardeşlerim oldukça çevik ve atik, filme bir neşe ve hareket katıyorlar.



Türe yeni bir soluk getirsin falan diye bir beklentiniz varsa, aradığınız numara bu değil. Film görsel olarak başarılı ancak "alın sevgili izleyiciler, size yeni bir soluk veriyorum,pöhhhhh" demiyor. Belki diyebiliriz ki biraz daha insan/insanlık  üzerine odaklı. Kriz durumlarında kim gerçek kişiliğini bulur, toplum nasıl tepki verir vs.. gibi.



Filmde oyunculuklar iyi. Karakterler pek fazla gelişip, evrilmese de - Seok Woo' da bu biraz var -      ( bir buçuk saat içinde mümkün gözükmüyor) aralarındaki ilişkiler dinamiği hareket getiriyor.
Ben filmi beğendim. Kendi alanında gayet başarılı bir yapım olmuş. Özellikle aksiyon, gerilim ve etrafa saçılan, sıçrayan  zombiler istiyorsanız  kaçırmayın derim.



Biraz konu dışı ama tren demişken aklıma geldi. Geçenlerde (dediğim bir iki ay önce) hiç hesapta yokken kendimi İç Anadolu Bölgesinde buldum. Orada toplandığımız ekibin kararıyla bir fantezi yaparak Konya' ya gidelim dedik. Bu kararı desteklememdeki en büyük neden Konya' nın bir zamanlar İpek Yolu üzerinde yer almış olmasıydı. Bir İpek Yolu sevdalısı olarak beni cezbetmişti bu öneri Mevlana Türbesi ile birlikte.


Bu sayede Ankara-Konya yüksek hızlı trenine binme şansım oldu. Bu tren ve benzerleri yüksek  hızlı tren olarak geçiyor günlük yaşamda ancak aslında bunlar hızlandırılmış trenler . Neyse , filmi izlerken keşke bu tren deneyiminden önce izleseymişim diye hayıflandım.


Giderken ne yazık ki aynı vagonda bulunduğumuz çeneleri ve bağırtıları hiç bitmeyen üç çocuğun      ( çocuklara lafım yok, sonuçta çocuktur ama görgüsüzce ve şımarıkça bu çocukların böğürtüsünü yüreklendiren ana-babalara çok lafım var. Herkes çocuk yapmasın!) gürültüsünü kafamda bastırabilmek için çeşitli facia senaryoları kurarken, zombi aksiyonunu atlamışım. Film bu konuda bana faydalı olurdu.


Bu yolculuğa değinme sebebim aslında bir amme hizmeti yapmak. Trende dağıtılan yani satın alınan çaydan bahsetmek. Ben görmemiş olduğum için paylaşayım dedim.







Sabahın köründe yola koyulduğumuz için delicesine  çay içmek istiyorduk ancak trende çay servisi yapılmadı.  Konya'ya varmaya bir yarım saat kala çay dağıtımı başladı, teknik bir sıkıntı vardı herhalde. Neyse, masa çevresi koltuklarımızda  servis edilen çayı aldık ama dördümüzün de elleri titriyordu zira tek amacımız trenden inmeden çayı içebilmek ve ambale olmuş beynimizi diriltebilmekti. Varmadan içmek istemenin telaşesi ile  ben daha üst ambalajla boğuşuyordum ki bir baktım yanımdakiler gri bir ambalaja geçmişler, çırpınıyorlar açmak için. Onlarla ilgilenmedim, derken beyaz poşeti yırtabildim. Ben daha ilk seviyeyi geçmişken yanımda bir süredir debelenmiş olan arkadaşım artık daha fazla dayanamadı, servis hizmetlisine "Bunu nasıl açacağım, açamıyorum" diye sordu. Eleman nezaketini ve tavrını hiç bozmadan "Bunu sadece sıcak suya koyuyorsunuz"dedi ve sıcak su dolu bardağın içine çubuğu koydu. O esnada dördümüz de bir iki saniyeliğine  büyük bir aydınlanma ile büyülenmişcesine çubuğun içinden sıcak suya doğru yayılan kahverengi çaya baktık ve kahkahalara boğulduk. (Muhtemelen etraftakiler de boğuldu ya da kıs kıs güldü) Teşekkürler tren, teşekkürler arkadaşlarımın sabah mahmurluğundan üzerindeki delikleri farkedemediği çubuk şeklindeki çay, sayende ayılmış olduk.


Günü geçirdik, akşam oradan kurtulacak olmanın mutluluğu ve telaşesi ile dönüş trenine bindik, yine masa etrafında yerimizi aldık. Dönüş yolculuğunun yıldızı, benim açımdan, annesinin kucağından etrafa deli bakışlar saçan, kabak kafalı, yüzündeki gülümseme hiç eksilmeyen bir yaşlarındaki bebek ve ablasıydı. Çocukların gıkı çıkmadı, anneleri de gayet güzel idare etti çocukları. Uzaktan çok takdir ettim. Abla olanı ayrıca tam benim kafadandı. Sincan' a yaklaşmamışken yani daha yarım saat varken trende anons başladı. "Trenimiz Sincan' a yaklaşmaktadır, inecek yolcular lütfen yerlerinizi alın" Beşinci tekrardan sonra kız; "Anne Sincan ne demek?" diye sorarak beni güldürdü. O esnada ben gözlerim kapalı uyuma numarası yapıyordum. Yani bir değil iki değil. İki dakikada bir aynı anonsu geçiyorlar. Delirme noktasına gelmiştim. "Trenimiz Sincan' a yaklaşmaktadır, lütfen yerlerinizi alın"şeklindeki 200. anons yapıldığında kız "Hani gelmiştttiiiiikkk!" diyerek kızgınlıkla haykırarak benim de isyanımı yansıttı sağ olsun. Çok takdir ettim.



Bu yolculukla filmi bağlarsam eğer,  şuna karar verdim ki bu güzergahta seyahat ederken etraftan sıkıldığım için ya uyukluyorum ya da gözlerim kapalı oluyor. Bu durumda bir zombi saldırısından kurtulma imkanım yok, hatta "noluyor yaaaa" derken zombiye ilk dönüşecek olanlardan biri benim.


Diğer bir nokta,  eğer bu hatta bir zombi tehdidi olursa kaçarınız yok arkadaşlar. Filmde adamlar, telefonlarının artık gps' inden ya da farklı bir uygulamadan  falan kaç kilometre sonra  sonra tünel var, tünel süresi kaç dakika vs... detayları  görüp ona göre hareket ediyorlar çünkü zombilerin karanlıkta hareket etmediklerini farkettiler. Diyelim ki benzer zombiler bu trene saldırdı;  Öncelikle bizim elimizde böyle bir teknoloji var mı, bilmiyorum. Diyelim ki elimizde böyle bir teknoloji var. Bu durumda üç nokta var;

1- Kendi açımdan ben telefonu açıp bakana kadar destinasyona varırız çünkü telefon çok takılıyor. Zaten bu süreç içinde ben sıkılıp telefonu cama fırlatırım. Ben ilk zombi olacaklardanım gerçi, hiçbir şekilde kurtuluşum yok. Siz kendinizi kurtarın.


2 - Diyelim ki teknoloji/uygulama var, mesafeler ve zamanlama  tutmayacaktır, iddiaya giriyorum çünkü bu trenler dakik değil. Verilerde mutlaka hata olacaktır. Tam "hadi tünele giriyoruz, bir , iki, üç" diye saydınız ve ortaya atladınız, zombilerle selamlaştınız daha tünele 100 metre var. Eminim zombiler de size acıyacak ve "biz de bu topraklardanız yiğenim, acını anlarız" diyeceklerdir


3 - Böyle bir teknoloji olsa ve her şey mükemmel çalışıyor olsa  bile bu hatta hapı yuttunuz çünkü tünel falan yok ahahaha. Yanlış hatırlıyorsam düzeltin (dediğim gibi uyukladım çoğunlukla) ama düz ovada gidiyoruz.


Ha bak vampir saldırısı olsa emniyetteyiz çünkü böyle güneş içinde, ışık içinde seyahat ediyoruz.


Sonuç olarak bu yazıdan ne çıkarıyoruz;

1 - Train to Busan,  atletik ve çevik zombi görmek isteyenler için ideal.


2 - Ebeveynler, çocuklarınızı düzgün yetiştirin. Herkes çocuklarınızın (ve aslında  daha çok sizlerin) şımarıklığını çekmek zorunda değil, önce kendiniz saygıyı öğrenin sonra bunu çocuklara öğretin. İki farklı ebeveyn türünden bahsettim, farkları çok açık.


3 - Sallama çaylar çeşit çeşittir, elinizdekini iyi inceleyin.


4 - Her ne olursa olsun raylı sistemler önemli bir ulaşım/ulaştırma modudur. İşlevsel olmalı ve çoğaltılmalıdır. (Akıllı ve planlıca)


Ace Of Diamond (Diamond no Ace) - Anime: Birinci Sezon

$
0
0




 Ace of Diamond ya da Diamond no Ace,  Yuji Terajima' nın mangası. 2013 yılında anime olarak gösterilmeye başlıyor. Birinci sezonu 75 bölüm. Evet, tam 75 bölüm ancak 75 bölüm göze fazla gelmesin, insan daha da fazlasını istiyor. Ace of Diamond, beyzbol içerikli bir shounen anime-manga.



Dünya üzerinde en uzak olduğum spor dallarından bir tanesi beyzbol. Gerçi çok bilinçsiz de sayılmam. Anladığım kadarıyla  şimdiye kadar izlediğim dizi ve filmlerden oluşturduğum bir bilgi birikimim var. Bir atıcı var, topları atıyor. Vurucular var, ellerindeki sopalarla gelen toplara vurmaya çalışıyor. Yakalayıcılar var, genelde çömelmiş vaziyette vurucunun arkasında yer alıyorlar. Vurucu atılan topa vuramazsa yakalamak zorundalar. En arkadaki amca bir nevi hakem, topun çizgiler içinde gelip gelmediğini, atışın düzgün olup olmadığını, vurucunun hareket edip etmediğini kontrol edip karar veriyor. "Base" ler var, burada işte takımlar belirli şartlar altında koşular yaparak sayı almaya çalışırken, defans ise topları gerekli şartlar içinde toplayıp bu baselere zamanında geri döndürmeye çalışıyor. Ha, bir de "home-run"'ı biliyordum filmlerden. Atıcı topu atıyor, karşı takımın vurucusu allah ne verdiyse vuruyor, top sahanın dışına uçuyor. Bu arada koşular tamamlanıyor. Atıcı için kötü bir deneyim, vurucu için klas bir olay.




(Ace of Diamond ost' undan bir kuple. En sevdiklerimden)




Neyse işte, (yine fena değilmişim) yine de   beyzbol sevmem, dahası bir maç izlemişliğim bile yoktur. Buna rağmen son zamanlarda "Ace of Diamond izle!" baskına aşırı derecede maruz kalmaktaydım. Her iki sezonun bölümleri dvd şeklinde elime verildiğinde artık itiraz edecek, ayak direyecek halim kalmamıştı. Uzun bir seyahatten sonra eve dönünce izlemek üzere tam oturacaktım ki hayat şartları izin vermedi. Hayat, hasta halimle yolculuktan dönmüşken önüme bir iki konu çıkarıp iyice moralimi bozdu. Bu duruma  elimdeki Ace Of Diamond dvd'lerini sallayarak karşılık verdim ve bir iki gün gecikmeli olarak ilk bölümü izledim. Aslında ilk bölümden beklentim yoktu. Daha doğrusu vardı ve olumsuzdu. İlk bölümde sıkılırım ve daha sonra izlemek için bırakırım ve eğer ileride hatırlarsam yüz yıl içinde bitiririm gibi beklentiler içindeyken ilk bölüm renkli, hafif ve eğlenceli gelmesi nedeniyle ilgimi çekti.



Benim "İlk iki bölümde çok ofladım pufladım ama iyi ki devam etmişim, sonrası güzel geldi" olayım sıklıkla yaşanır gerçi ancak Ace of Diamond değişik bir şekilde daha ilk bölümde sardı. Kafamda kara bulutların dolaştığı bir zamana denk gelmiş  olması da etkilemiş olabilir bakışımı.




                                                                  (Sawamura)

Ana karakterimiz Sawamura Eijun. (Osaka Ryota) Beyzbola gönül vermiş bir genç. Ortaokulda, sınıf arkadaşlarıyla takım şeklinde takılmakta ve turnuvalarda kaybetmekteler. Sawamura yine de bir şekilde bir lisenin ilgisini çekiyor ve oradan bir teklif alıyor. Bir süreçten sonra bu liseye geliyor.
Bu lise Seido. Beyzbolda bilinen liselerden biri. Biraz acımasız görünen bir sistemi var. Yaklaşık 100 kadar kişi yer alıyor takımda. Asıl ve ikinci takıma çok az insan seçilebiliyor. Doğal olarak bazı öğrencilerin mezun olana kadar maça çıkma, oynama şansı olmuyor. Rekabet yüksek.



Neyse işte, dediğim gibi beyzbol odaklı bir shounen. Olaylar gelişiyor, karakterler renkleniyor, atmosfer animenin ve kurgunun istediği biçimde değişiyor; komik, gergin, heyecanlı, gevşek vs...





Anime analizi yapacak değilim, istesem de beceremem ancak Ace of Diamond' u bu derece  keyifli, sürükleyici yapan öğeler  nedir diye şöyle bir düşününce ilk aklıma gelen noktalar şunlar. Klasik shounen öğelerini kurguya ve mekana güzel yedirmiş. En iyisi olmak isteyen bir karakterin yanında O'nun gibi pek çok karakter daha. Bu karakter yani  Sawamura (Osaka Ryota) oldukça eğlenceli bir karakter. Bunun yanında yan karakterler, üç yıllıklardan takımdaki diğer yenilere oradan  rakip takımlara,  renkli ve kendine has özellikleri  olması ve bunlardan pek çok bulunması. Atmosferi dozunda ve akıllıca vermesi. Lise beyzbolunun ( yani böyle söyleyince komik geliyor ama ciddi ciddi böyle bir tanım kullanılıyor. Yani biz alışkın değiliz lisede okul takımlarını ciddiye almaya) acımasız tarafı (aslında beyzbol özelinden daha genele yayın bunu), turnuvanın zorluğu ve tüm maçların kazan ya da kaybet tarzında olması (arkada verilen emek, hedefler ve daha bir çok şeyin üzerine) gerilim dozunu arttırıyor. Ve daha bir sürü...



Tüm bunların üzerine animede bir değer daha var aslında, sonlara doğru daha çok üzerinde duruluyor. Tüm bu sistemin içinde animedeki koçun duruşu ve takıma bakış açısı.




(Bunu da çok seviyorum)



Bundan sonrası animeyi izlememiş olanlar için sakıncalı mı bilemiyorum ama ben biraz karakterler üzerinden geyik yapacağım.



Öncelikle bu sezonda animede yer alan üç yıllıklar...  Hepsi ayrı ayrı iyi ve hoş elemanlar. Maçlarda değil ama özellikle final bölümünde bu elemanların sahipleniciliği, vefakarlığı, kendilerine has iletişim şekilleri ve yeni bir döneme başlayacak olmaları beni etkilemiş olabilir ve bu nedenle gözlerim yaşarmış olabilir ^^  Söylemeden edemeyeceğim, animenin son bölümünü çok hoş, kendi içinde etkileyici ve tatlı bir şekilde ikinci sezona bağlamışlar.




                                                      (Bu senpailer sevilmez mi?)

Yuuki ( Yoshimasa Hosoya) gibi bir kaptanı takımında  kim istemez şimdi? Kendini geliştiren, sorumluluk alan, önderlik eden bir kaptan her takım için iyidir. Oldukça da karizmatik olduğunu es geçemeyeceğim ^^


Isashiki Jun (Ono Yuuki ) : Maçlardaki agresif tutumu, konuşma tarzı, çoğunlukla gergin duruşu ve daha bir sürü...




Özellikle son bölümlerde kendini aşarak inanılmaz bir renk getirdiğini düşünüyorum. Hastasıyım :)




Ryousuke (Okanoto Nobuhiko) : Harucchi' nin abisi bu eleman süper olmak ile birlikte özellikle sakin ses tonuna ve yüzündeki gülümsemeye hastayım.


Tanba (Masakazu Morita) bir ace olabilir mi bilemem ama geniş yürekli olduğu kesin.



Chris Takigawa (Daisuke Namikawa). Bu elemanın olgunluğu da az bulunur dereceden. Chris senpai' yi sevmemek mümkün değil. Sawamura ile ilişkileri göz yaşartıcı.




Kısık ve sakin sesi ile kulaklarda yer ederken sesinin çatladığı an bir kahkaha yaratıyor.




Sonlarda Sawamura' nın yanına geldiği an Sawamura gibi benim de ağzım kepçe oldu.


Bunlar ve adını anmadığım diğer tüm üç yıllıklar can....



Miyuki Kazuya (Takahiro Sakurai): Anime içindeki tüm karakterleri ayrı ayrı sevsem, bağrıma bassam da serideki favori karakterim Miyuki.




Hatta bazen endişeleniyorum bir fan-girl' e döneceğim diye. Herkesi idare edebilmek aynı zamanda hesap yapmak zor iş. İkinci yılında olanlardan biri olan Miyuki' yi sevin, candır. Daha da fazla bir şey yazamayacağım ^^






Kuramochi Youchi ( Shintaro Asanuma): Animenin en eğlenceli karakterlerinden bir tanesi.


Furuya (Nobunaga Shimazaki), Sawamura ile birlikte birinci yılında olan ve asıl takımda oynama hakkını kazanan atıcılardan biri. Sawamura ile hem bu sezonda hem de ileride ace olabilmek için kapışacaklar. En sevdiğim yanı tepkisizliği ve duygusuzluğu veya daha doğru şekliyle dışa vurumsuzluğu. Gerçi bir maçtan önce senpailerine gösterdiği yaklaşım daha bir sevimli kılmıştı kendisini.



(Kaçmak istedikleri bir konu olunca Furuya ve Sawamura böyle davranıyor)


Sawamura hakkında bir şey yazamayacağım ama izleseniz seversiniz :))

Bunlar dışında çok renkli elemanlara sahip Seido Takımı. Takım dışında rakipleri de bir o kadar eğlenceli ve kendilerine has karakterler. Mesela;


Todoroki Raichi (Ono Kensho) : Bu elemana hastayım. Delice gülüşüne, saçtığı alevlere (serinin en eğlenceli kısımlarından bir tanesi karakterlerin alev, aura falan saçması. O kadar doğal ki "o auranı yok et" falan diyorlar birbirlerine) , oyuna olan sevgisine bayılıyorum. Biraz sosyal anlamda sıkıntıları var ama bunun nedeni ne yazık ki babası.




Sanada (Kamiya Hiroshi), Todoroki' nin takım arkadaşı. Doğal ace olmasının yanındaKamiya Hiroshi nedeniyle de kazanıyor (benim açımdan). Karizmatik şimdi, inkar etmeyelim.


You Shunshin (Kaito Ishikawa) Japonya' da lise beyzbolu oynayabilmek için kalkmış taaaa Tayvan' dan buraya gelmiş. Ardındaki motivasyon her ne kadar bir nedenselliğe dayandırılmış olsa bile benim kavrayabilmem mümkün değil. Yine de seriye bir renk kattığı muhakkak. Kendisi, Miyuki' nin doğal takım eşi, ben demiyorum kendileri diyor.


Narumiya Mei ( Yuki Kaji) sanırım seri içerisinde (birinci sezon)  en az sevdiğim karakter. Karakterin arka planı, geçmişi güzelce işlense dahi bir türlü ısınamadım kendisine ama bir Harada' yı severim. Bu ikisinin muhabbetleri de en az bir Kuramachi- Sawamura eşiğinde, oldukça keyifli.


Özellikle bu spor animelerinde takım menajerlerine pek bir anlam veremiyorum. Hani klüp başkanı vs... tamam da tedarik sağla, forma yıka, perde as falan işlerle uğraşmak için niye bu kadar gönüllü oluyorlar anlayamıyorum. Bu animede, menajer dörtlünün içinde maçlarda kendini kaybeden, gözleri değişen ve çılgınca bağıran kız açık ara favorim. Beni çok eğlendirdi. En az maçlardan sonra sıraya geçen takımını çizginin tam üzerinde tutmaya çalışan ve delice bağıran Eijun kadar eğlenceliydi.



Anime esnasında güldüğüm, eğlendiğim o kadar çok nokta ve karakter var ki hangisini sayayım bilemiyorum. Yine o kadar kaptırmışım ki zaman zaman gerildiğim ya da duygulandığım noktalar da oldu. Bu animenin başarısı bana kalırsa,  anlamadığım bir spor dalında, bazen klişeler içinde yüzse dahi, anlayamayacağım noktaları içerse de (Tayvan'dan beyzbol oynamak için gelmek, menajerlik) büyük bir merak ve akıcılık ve beğeniyle bana kendisini izletmesidir.(Benim açımdan)



Beyzboldan anlamıyorum ya da sarmaz diye endişelenmeye gerek yok. Garanti ederim oldukça sarıyor. Anime içerisinde anlamayanlar için açıklamada bulunan, kuralları çaktırmadan açıklayan, içinde bulunulan durumu anlatan pek çok karakter mevcut. Bunlar içerisinde özellikle uzun boylu gazeteci kız tam benim gibiler için. Yanındaki diğer kıdemli gazeteci ile konuşmalarından kendisinin de beyzboldan pek çakmadığını anlıyoruz ve bizim gibiler için gereksiz soruları kendisi bu gazeteci beye sorarak öğrenmemizi sağlıyor.


Ace of Diamond' un ost' u oldukça güzel. Bunun yanında, açılış parçalarından sonuncusu Glay' den... Bu daha da güzelleştiriyor herşeyi. Teru' nun sesi hemen belli ediyor kendini zaten.


Animeleri güncel izlemeyi sevmiyorum. Mümkün olduğunca bölümler biriktikten ya da seri tamamlandıktan sonra izlemeyi tercih ediyorum çünkü her hafta bir bölüm beni kesmiyor. Ace of Diamond' u her ne kadar bir oturuşta izlemiş olsam da en kötü yanı olarak söyleyebileceğim nokta bu. Bu seri gerçekten haftalık bir bölüm olarak izlenmezmiş.

Sıkıntılı bir zamanıma denk gelmesi nedeniyle de artık gönül bağım bulunan Ace of Diamond'ı ben çok beğendim. Şimdi 2. sezona başlamak için izninizle ayrılıyorum...




(Glay için ne denir zaten? Açılış parçası Hashire!Mirai)








Tawannanna ve 9 Yaş

$
0
0



Dün itibariyle bu blog yani Tawannanna 9 yaşından gün almaya başlıyor. Daha doğrusu 8. yılını tamamlamış oluyor sanırım. Soranlara 8 yaşındayım diyecek :P (Yaşları yuvarlamak ^^) Aslına bakarsanız doğum günü dündü yani 8 Kasım' dı ancak yoğunluktan kutlamaya fırsat kalmadı.  Hazır fırsat bulmuşken  Tawannanna' nın doğum gününü kutlayalım.





Müziksiz olmaz diyorum ve bu kutlama için seçtiğim parçalardan ilki olanMayday- Party Animal'ı sunuyorum. Eee, madem doğum günü; parti,parti,parti... (Klip tam oturdu sanki ^^) Parça grubun Haziran'da yayınlanan single'ından.








Bu vesile ile bir önceki doğum gününden bu güne en çok okunanlar ile en az okunanlara da bir göz atalım....


Müziksiz olmaz demiştim değil mi? Biraz yavaşlayalım öyleyse... Kore'den gelsin.






8 Kasım 2015 - 9 Kasım 2016 arasında en çok okunan yazılar şunlarmış;


1 -Dragon Blade - Bir Film ve İpek Yolu


Alkışlar Dragon Blade' e. En çok okunan yazı olmuş kendisi, ben de şaşkınım. Jackie Chan ile filme konu olan kitabın yer aldığı bu yazıyı tebrik ediyorum.



2 - The Legend Of Qin (Qin's Moon): C-Drama - İlk 10 Bölüm


Ohhh, bu dizi yazısına cidden şaşırdım. Henüz 20 bölümden ileri gidemedim ama zamanla bitireceğim. İlerlemememin bir diğer nedeni ise önce animenin 5. sezonunu görmek istemem.


3 -Akagami no Shirayuki - hime (Anime): Kırmızı Saçlı Pamuk Prenses - Birinci Sezon 


Çok tatlı bir anime, ikinci sezonu da güzel. Bu sene içindeki en popüler anime yazısı olmuş.


4 - Kitap - Birim 701: Rüzgarı Dinleyenler (Mai Jia) 

İlginç bir şekilde bir kitap yorumunun buraya girmesi hoş oldu.


5 - Üç Elma Mimi

Bu mimin ne koşullarda hazırlandığı içinde yazıyor. Tam o esnada ben evden uzak yerlerdeydim, bağlantım sınırlıydı. Yapan herkesin eline sağlık.


Doğum günü şerefine :) Benim için bir klasik. Çok seviyorum;Luna Sea - Rosier






Burası ve ben kendi halimizde devam ediyoruz bunca zamandır. Ne kadar başarılı olduğumu anlayın. Bu nedenle burada  artık  ben ve kısıtlı sayıdaki takipçi -şu anda aklıma geldi - butik blog olarak takılıyoruz. Her ne kadar parlak olmayan bir performans sergiliyor olsam da takip eden, yazıları okuyan herkese teşekkür ederim. Hele bazen yorum bırakıyorsunuz, çok mutlu oluyorum.






Bir yıl içinde en az okunan yazılar şunlar olmuş;

1 - Servamp (En az okunan)

Şaşırtıcı ölçüde az ilgilenen olmuş Servamp ile. Yazı süper, harika ya da iyi değil, biliyorum ama Servamp' a da ilgi yok sanki ya da var ? Bilemiyorum.


2 - Ace of Diamond (Diamond no Ace) Anime: Birinci Sezon

Bunu  en son eklenen yazı olmasına veriyorum.


3 -Çince Müzik 2015 - En İyi 20 (2)

Serinin  ikinci yazısı pek tutmamış.


4 - Ushio to Tora (2015) Anime

İkinci sezonu ne yapacak acaba?


5 -3 Adet Aamir Khan Filmi: Hint Sineması 

Bu yazı da en az  okunanlardan...



Son zamanlarda (bayağıdır) severek takip ettiğim bir grup Hanggai, sizlere de tavsiye ederim. Parçalarını dinledikçe ne tarz müzik yaptıklarını anlayacaksınız. Son albümleri Horse of Colors yine güzel. Bu parça oradan -The Vast Grassland







Çok fazla yazı eklemesem de bloğa, uzun zaman olmuş. Yine de bloğu ilk açtığım günü hatırlıyorum. Bana epey faydası dokunmuştu. Burası her ne kadar pek sallanan bir yer olmasa da kendimce çalıp oynuyor, eğlenmek için bir şeyler paylaşıyorum, halimden çok mutsuz değilim ama dediğim gibi uzun zaman olmuş. Ara sıra bloğu kapatmayı düşünüyorum son zamanlarda. Çeşitli sorular zaman zaman planlar var kafamda ancak bakmayın bu istikrara aslında çok tembel bir insanım.( Yine de önerisi olan var mı?) Neyse ama sanırım bu kapatma kararını gelecek seneye bırakacağım.


Ve doğum gününün son parçası. Bir ayrıcalık yaptım ama değer ^^










FUTBOL ADASI: TURNUVA (I)

$
0
0




GİRİŞ


Soğuk bir kış günüydü...


Bir süredir durmaksızın lapa lapa kar yağıyordu. Günlerdir sadece yağmakla kalmamış, tutmuştu. Yerdeki kar dizlerimin hizasını çoktan geçmişti. Biraz daha kassa kalçalarıma kadar gelecek seviyedeydi ama bu bir ölçü sayılmaz çünkü ben kısa boyluyum. Şu yaşıma kadar bu ölçüde kar görmemiş  olan benim normal şartlar altında sevinçten çıldırıyor olmam ve yağan kar tanelerinin estetiği karşısında gözyaşlarımı tutamamam gerekiyordu aslında ancak ne yazık ki bir süredir oldukça sıkıntılı ve normal insanların tahmin edemeyeceği şekilde bunaltıcı günler geçiriyordum. Yine de kar beni az da olsa mutlu etmişti. Bu buhranlı durumun detaylarını kimseye sıkıntı vermemek adına es geçeceğim fakat günlerdir kaçışım yağan kar ve elimdeki kitaplar olmuştu.



Hayatımda ilk defa kar kütlesine yatıp kelebek izi çıkarmayı başardığımda histerik bir gülme krizine yakalandım etraftan gelip geçenlerin garip  bakışları altında. Sonra karın üzerine "çokta tınnnnn" yazdım. Boş vakitlerimde, ki maalef az, apartmandaki çocuk irileriyle kardan adam yapıp kar topu oynadım. Artık aralarına nasıl sızdıysam beni hem kendilerinden biri olarak görüp hem de bir şekilde saygı duymayı öğrendiler. Bunda kar topu savaşlarındaki sezgisel stratejik yeteneğimin de faydası olduğunu düşünüyorum ki şimdiye kadar bu derece şiddetli savaşlara girmişliğim yoktu. Dediğim gibi ilk kez tam anlamıyla kar görüyorum sayılır. Daha önce kar topu demek arabaların üzerindeki buz tutmuş 0,05 cm'lik kütleyi sıyırıp "aaa, kartopu" demekten ibaretti. İlk karımı yurt dışında görmüş ve kadınların o kar ve buz kütleleri üzerinde 10 cm' lik topuklularıyla nasıl yürüdüğünü merak etmiştim.



Bu çocuklarla olan kar münasebetim bir tarafımı nasıl kaldırdıysa kendimi kar konusunda tecrübeli saymaya hatta önceki hayatlarımdan bir tanesinde Sibirya' da falan yaşadığımı düşünmeye başlamıştım. Umarım o hayatımda kürek mahkumu olmamışımdır. Kızaklar üzerinde seyahat edebilen biri olduğumu düşünmeyi yeğlerim. Bu kendimi beğenmişliğim, bu çocuk irileriyle kardan adam yapma çalışmalarına başlamamızla söndü tabii ki. Anladım ki bu kadar sabırlı değilim. Yani iki kütleyi üst üste koyduk işte, alın size kardanadam! Hayır efendim, nedir her seferinde evlerden zeytin, havuç falan getirip göz ile burun yapmak, salatalıklarla kulak yapmaya çalışmak? O yuvarlak kütleleri yapmak zaten zavallıların saatlerini alıyor, bir de süsleme ile uğraşıyorlar. Ben oldukça yaşlı biri olarak, komuta zincirinin tepesinde olmamdan kaynaklanan koltuk rahatıyla sadece komutlar vermekten sıkılmışken bu gariplerim ilginç bir neşe içinde çalıştılar her seferinde günlerce. Ama işin en gıcık yanı yine beni buluyordu. Hadi zeytinden göz yapmak sorun değil de, o havuçlardan burun yapma merasimi yok mu!!!! Girmiyor kardeşler, o boy boy havuçlar o salak kardan adamın kafasına girmiyor, oturmuyor, durmuyor! Her seferinde aklımdan, çocuğun biri onu orada tutarken  uzaklardan koşarak atacağım  uçan tekme darbesiyle kafaya oturtmak geçti ancak içimde kalmış olan az miktardaki merhamet kırıntısı çocukların önünde ve onların çabasının üzerine bunu yapmamı engelledi.


Bu karlı günler esnasında, bu bunaltıcı günlerden kaynaklı ve bir nevi mahsur durumunda olmam dolayısıyla kitaplara sardım. Gereğinden fazla okudum, internetten sipariş veremediğim ve bütçem kısıtlı olduğu için etraftaki sahaflara sarmıştım ancak benden kaçtıklarını düşünmeye başladım. Ne var ki, bu benim yanılsamam da olabilir zira içinde bulunduğum fiziksel durum ve atmosfer zihnimin bu tarz yanılsamalar yaratmasına uygun. "Yazsam roman olur" moduna ulaşmışken restim rest diyerek vites arttırarak  "dramsa dram ulan" seviyesine geldim. Yani, fiziksel şartları geçelim ancak atmosfer olarak Çehov' un Üç Kızkardeş'i ya da Dostoyevski romanlarındaki sessiz, karanlık gecelerdeki havada asılı olan o zaman durgunluğunu düşünün bunun üzerine varoluşçu romanların bir kısmındaki o karanlık hatta karanlık değil, o garip  havayı ekleyin ve daha bir sürü...




Bu arada dram demişken, tüm bu sıkıntılara ek olarak yanımda bilgisayarım ve internet olmadığı için ve zaman zaman evde mecburen birarada kaldığımız kişilerden uzakta kitabımı okuyacak sıcak ve tenha bir köşe bulamadığım için televizyona göz atmak durumunda kaldım. Kendisiyle yıllardır pek aramız yok. O nedir? Birbirinden entrikalı, kumpaslı, dedikodulu, dram etiketi altında diziler! Ve beni daha da hayrete düşüren, tüm bu "dram"ın klişeler üzerinden ve yaratıcılıktan uzak bir şekilde gerçekleşmesi. Halbuki dram dediğin daha günlük ve daha küçük durumlardan da kaynaklanabilir, çeşitlenebilir. Yani, benim büyük dramımın altında kendimi eğlendirmek için edindiğim şu deftere yazmak için aldığım üç tükenmez kalemin de yazmaması beni derinden etkileyen bir alt dramdı mesela!



İşte bu şekilde geçen zaman içerisinde soğuk bir kış günüydü. Akşamüstüne geliyordu. Ruh halim biraz düzelsin diye dışarı çıkmaya niyetlenmiş, apartman kapısına kadar gitmiştim ki kapının biraz gerisinde bulunan posta kutularına sıralanmış elektrik faturalarını gördüm. İçimden bir ses; "Hayır, bakma. İyice döşemişlerdir, moralin iyice bozulacak. Görmemezlikten gel ve kendini boyunca karların üzerine at" derken, daha muzip ve biraz daha mazoşist olan diğer ses; "Evet, bak faturaya. Zaten elektriği pahalıya satıyorlar, bir de faturaya ekledikleri kol kadar vergileri gör sonra gözlerini yavaşça toplam miktara indir. Sinirden ısındıktan sonra karlara atla, serinlersin" diyordu.  İkinci sesi dinledim. Faturayı posta kutusunun üstündeki yuvarlak delikten haşince çektim, yavaşça kullanım miktarına odaklandım. Sağ gözbebeğim irileşti. Sonra faturayı daha da şişirecek bir sürü zımbırtı vergi miktarlarına indirdim gözlerimi, sol gözbebeğim büyüdü. Derin bir nefes aldıktan sonra toplam miktara sakince baktım ya da bakmaya çalıştım. O üç haneli rakam karşısında gözlerim daha önceden antremanlı oldukları için soğukkanlılıkla yuvalarından fırlar gibi yapıp yerlerine geri oturdu. Faturayı sağ elime alarak sağ kolumu posta kutularına dayadım, kafamı da kolumun üzerine koydum ve en acılı şarkıların en dramatik kliplerinde oynayan kişilerin yaptıkları gibi çeşitli açılardan farklı pozlar verdim. Posta kutularına ellerimi dayayarak "hayııırr, bu ne derinden acıdır! Acımdan içim yandı!" manalı duruşlar sergiledim. Performansıma yavaş çekimde devam ediyordum ki apartman kapısı dışarıdan açıldı ve bir ses;


"Hayırdır Tawannanna, bu dramatik sanatsal tavrının kaynağı nedir?" diye sordu.


Kafamı yapıştırdığım posta kutusundan utançla ayırmaya çalıştım - oldukça yapıştırmışım - ve kapıya doğru döndüm. Ağzında bir mektupla kapıda  bekleyen Max' i gördüm.


Max, bu apartmanın bahçesinde yaşayan, apartman sakinlerinden birinin köpeği. Köpeklerden ve cinslerinden anlamadığım için tam olarak cinsini söyleyemiyorum. Sahibi de bilmiyor sanırım çünkü sorduğumda bana özel bir kırma olduğunu söylemişti. Ebatlar ve genel tavırlar açısında golden'a benziyor ancak Max aynı zamanda bir avcı köpeği. Kulakları ve yüzü bu şekilde. Bunların dışında Max, insancıl ve çok akıllı bir köpek. Kendisinden korkanlara yanaşmaz, onlardan uzak durur. Çocuklara karşı şefkatlidir. Büyüklerine saygılıdır.  Bana kalırsa Max' in çok babacan ve güzel bir karakteri ile birlikte müthiş bir karizması var. Ayrıca Max çok yakışıklı bir köpek.  Sanırım civardaki pek çok dişi köpek bu fikri benimle paylaşıyor. Bunu geceleri usulca bizim bahçeye süzülmelerinden anlıyorum. Max geceleri ne yapıyor bilmiyorum ama gündüzleri kendi türü arasında lider ve havalı tavırlarıyla dikkat çekiyor. Çapkınlığı da var biraz.


Kapıda bana sorusunu yönelttiği sırada üzerinde o meşhur, renkli çizgili kazağı vardı. Max ile şimdiye kadar seviyeli bir ilişkimiz olmuştu, daha çok tek taraflı. Onu, kulübesinde yalnız gördüğümde "Ooooh Max, naber?", "Üşüdün mü?", "Günün nasıl geçti?" diye sorular sorardım. O ise bana bakar, başını eğer ve sonra ilgisini başka yöne verirdi. Max' in üzerindeki kazaktan pek hoşlanmadığını zaman zaman düşünürdüm ancak bana kalırsa o kazak onu gülünçleştirmekten ziyade daha havalı, daha şirin ve daha cana yakın yapıyordu. Şimdiye kadar bunu kendisine ayıp olur diye söyleyememiştim.

"Fatura işleri, anlarsın" dedim.

"Anlamam mümkün değil" dedi, ona hak verdim. Benim bile anlamadığım bu işi onun anlamasına olanak yoktu.

"Senden naber?" diye sordum. "Dünden bir farkı yok" diye cevap verdi.


Bu sahnede bir gariplik var diye düşünüyordum ancak sebebini bir türlü bulamıyordum. Öte yandan Max ile konuşmaya devam etmek istiyordum. Bir an kapının hala açık olduğunu fark ettim.

"Aah, pardon" dedim, biraz yana çekilerek. "Eve mi girecektin?" diye sordum. Max' in sahibi hemen giriş katında oturuyordu ve yolunun üzerinde duruyordum. "Bu gördüklerin aramızda" diye ekledim hafif çekingen bir ses tonuyla. Aman ha, Max benim o fatura acısı adlı dramatik klibimi civar köpeklerine aktarırsa halim ne olurdu? Zaten elimdeki ekmeği 10km öteden fark edip etrafımda kızılderililer gibi çember çiziyorlardı bir de hafif tırlatmış olduğumu öğrenirlerse Köpeklere Fısıldayan Adam' dan öğrendiğim sakin ruh halimi koruyamaz ve onlar üzerinde otoritemi kuramazdım.


Max bana sanki 40 yıllık asker arkadaşıymışız gibi göz kırptı. Hafifçe gülümsediğine and içebilirim. "Evde işim yok. Dışarıda biraz işlerim var" dedi.

Ben ise dışarı çıkmaktan vaz geçmiştim. "Oldu o zaman, görüşürüz, kolay gelsin" diyerek asansöre doğru dönmüştüm ki "Bunu sana vermem istendi. Bu yüzden kapının dışında seni bekliyordum" dedi. O anda deminden beri Max' in ağzında duran mektubumsu şeyi tekrar fark ettim. Bir an kalakaldım. Benim için tüm bu esnada ortamdaki en fantastik varlık, sağ avucumda duran, sağ elimin bilincim dışında ancak muhtemelen beynimin karanlık bölümlerinden gelen komutlar neticesinde kendince buruşturup parçalama işlemini kolaylaştıracak aktivitelere giriştiği elektrik faturasıydı. Ağzımdan ağlamaklı bir tonla "Hayır, başka bir fatura daha mı?" isyanı döküldü. Max, "nelerle uğraşıyoruz" anlamında başını hafifçe salladı ve derin bir nefes aldı. Sağolsun babacan ve sakin bir tonla beni yanıtladı.


"Tawannanna kardeş,anlıyorum ki siz insanların yaşamı zor, çileli. Yine de içini ferah tutabilirsin. Ağzımdaki bir fatura değil. Bir çeşit davetiye. Davetiyenin ne olduğunu biliyorsun değil mi?"


Başımı evet anlamında salladım. Max yavaşça yanıma kadar geldi. "Şimdi bunu al. Benim görevim bunu sana vermek". Max' in teselli edici yaklaşımı beni rahatlatmıştı. Yavaşça ağzından zarfı aldım. Şaşılacak şekilde salya falan bulaşmamıştı. Max pis bir gülümseme takındı. "Bence bir davetiye bir faturadan daha iyidir, bazen" dedi ve kapıya döndü. "İçinde ne olduğunu bilmesen bile..." Bunu ürkütücü bir tonla söylemişti. Sonra kapıdan hızlıca çıkıp gitti. Loş bir ışıkta, elimde bir zarf, sağ avucumun içinde elimin öğütmeye çalıştığı bir fatura ile öylece kalmıştım.


Bir süre sonra kendime geldim. Faturayı montumun cebine koydum. İki elimde zarfı tuttum. Normal zarf boyutlarından biraz daha büyük, bej renginde bir zarftı. İçindeki her neyse kalındı, karton gibi. Nasılsa buraya kadar gelmiştim, içini açsam nolurdu ki? Böyle diyerek zarfı açtım. İçinden şaşılacak şekilde büyük, katlanmış, kalın bir kağıt çıktı. Yine bej rengiydi. Yazılar siyah mürekkeple kalınca yazılmıştı.


Sayın Tawannanna,


Uzun zamandır sizi takip ediyor, Uzakdoğu' ya olan ilginizi biliyoruz. Bir süredir bu ortamlardan uzak kaldığınızın da farkındayız. Buna rağmen, daha önce canlı izlediğiniz futbol müsabakalarınave birdostunuzunreferansına dayanarak sizi  Adamızda düzenleyecek olduğumuz futbol turnuvasına davet ediyor, bu turnuvada sizi aramızda görmekten mutlu olacağımızı bildirmek istiyoruz. Bu özel davetimizi olumlu bir şekilde değerlendireceğinize inanıyoruz.


Detaylar alt bölümde sırasıyla iletilmiştir.

Saygılar,


Ada Komitesi adına Ada Lideri




İçimden Thor' un çekici adına diye haykırdım. Bu neydi şimdi? Siz kimsiniz, Ada neresi? Oldukça şaşkındım. Aynı zamanda birilerinin bana feci bir oyun oynadığını düşünüyordum ama böyle bir oyun oynayabilecek kimseler yoktu. Devamını okumaya başladım.



Eğer Adamızda gerçekleşecek turnuvaya davette belirtildiği üzere bir seyirci olarak katılmayı diliyorsanız bu gece saat 00.30' da balkonunuzda hazır bulunun. Ada Komitemiz tarafından balkonunuzdan aldırılacaksınız.


Neremle güleceğimi bilemedim. Yöntem neydi? Işınlama?



Not: Bunu akıl etmeyeceğinizi düşünerek belirtmek istedik. Balkonda sap gibi beklemeyin. Lütfen üzerinizde montunuz, bereniz ve atkınız bulunsun. Sizin oralarda havalar soğuk. Hasta seyirciler turnuvada görmek isteyeceğimiz son kişilerdir. Adamızda sağlık sigortası geçerli değildir.



Bu nottaki üslup bir anda beni çok sinirlendirmişti. Tiplere bak sen! diye düşündüm ama içimdeki iyilik meleği böyle keskin bir üslubun şaşırmış bir insan üzerinde etkili olacağını ve önlem almaya teşvik edici olduğunu bu yüzden bu Adalı tiplere sinirlenmemem gerektiğini fısıldadı.


Okumaya devam ettim.



Not 2: Bu davet gizlidir ve davetiye siz içindeki bilgileri sindirdikten sonra kendini yok edecektir. Sindirdiniz mi?


"Lan, yaprağa bak" diye hönkürdedim içimden. Nesini sindireceğim ben bunun? Saçmalığı bir kenara sanki çok büyük bilgiler var içinde diye içimde kaynar sular fokurduyordu. Kağıda nanik yaptıktan sonra bir alt sıraya geçtim.


Sindirdiniz mi?

Kendime sabırlar diledim. Artık bu iş çok uzamıştı. "Heee, evet dedim" seslice. Davetiye bir anda küle dönmeye başladı ve saniyeler içinde ne kendisi ne de kalıntıları yoktu.


Dondum kaldım. Ne kadar süre olduğunu bilmiyorum ama bir süre ellerim zarfı tutar pozisyonda öylece kaldım. Sonra acaba fatura hala cebimde mi  diye merak edip faturayı kontrol ettim. Korku artık beni eli geçirmişti, tüm soğukkanlı tavrım yok olmuştu. Son sürat apartmandan çıktım ve kendimi karların üzerine attım.

Ace of Diamond (Diamond no Ace) - Anime: İkinci Sezon

$
0
0





 Ace of Diamond ilk sezonun finalini çok hoş bir bölümle bağladıklarından bahsetmiştim. İkinci sezonun ilk üç bölümü, birinci sezonun bir özeti. 


Ben sanırım şanslı kısımdaydım. Ace of Diamond' un her iki sezonunu da üst üste, kesintisiz izledim,  hahahahah... -Raichi gülüşü- Biraz beynim bulanmadı desem yalan olur (iyi anlamda) ve hala beyzboldan pek haz etmiyorum ancak Ace of Diamond' un yeri pek bir ayrı diyorum.



Ace of Diamond' un ikinci sezonu 2015 tarihinde yayınlanmaya başlamış ve 51 bölüm. Rüzgar gibi geçen 51 bölüm... Ben bitirdiğim için şu anda (yazının yazıldığı zamanda) mutsuzum biraz.



Eldekilerle tekrar yeni bir takım kurmak, hayal kırıklıkları, korku ve endişeler, üzüntüler, hedefler, yeni sorumluluklar, kendine meydan okumalar, inanç ve güven, rekabet bu sezonun bir kısmı kısaca. Takımın önünde yeni bir amaç ve bunu başarmaları için çok önemli bir motivasyon var... Daha da detaya girmeyeceğim :)



(Sezonun en sevdiğim açılış parçası Glay - Sora ga Aozara de aru Tame ni. Glay' in single'ı çıktığında da en sevdiğim parça bu olmuştu.)





Bu sezonun rakiplerinin bir kısmı eskilerden oluşuyordu.Yeni takımlar da rakip olarak Seido' nun karşısına çıkıyor. Hepsi farklı görüşleri ve idealleri temsil ediyor.



Oya Lisesi fena değil. Takım koçu  Ichirou Araki ( Hatano Wataru )kendine bir vizyon çizmiş, enteresan mesela. Felsefesi; "Akademik bir okuluz ve antreman saatlerimiz sınırlı o zaman  aklımızı kullanırız, amaca yönelik antreman yaparız". Yine de bunların ace' i Gou'dan ( Toshiki Masuda) pek hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Mesela, Ugumori Lisesi daha kendine has bir takım ki ben pek sevdim bunları. Özellikle ace'leri Umemiya  (Showtaro Morikubo) ve yanlış hatırlamıyorsam bu takımdaki şişman ve koca gözlü koşucu ve tabii ki Nao çok tatlı karakterler. Şu koca kaslı takıma pek lafım yok (aslında çok var!!) !  Fakat, Miyuki' ye dalan koca adam sana laflar hazırladım. 





Bu sezon garibim Miyuki' yi (Takahiro Sakurai) çok hırpaladılar zaten. Fiziksel açıdan hırpaladılar bir de çocuğun yakışıklılığını dillerinden düşürmediler. Çok kıskandılar, çoook :P Kendi arkadaşları da biraz hırpalamış olabilir, bu ayrı bir konu.






Sağolsun Sawamura ( Ryota Osaka ) maçlarda bizleri yalnız bırakmayarak, yedekler arasından - dahi -  maçlara ayrı bir soluk ve ayrı bir neşe kazandırıyor. 



Ara sıra Furuya ile düet yapıyorlar, daha bir değişik oluyor. 



 Tribünün artık Sawamura' ya ayak uydurması  ve  karşılıklı tezahuratlaşmaları  ayrı bir eğlence.




( Bu olay ise bambaşka :))) )

Sezonun pek çok parlayan, göze batan ismi var ancak bu açıdan bakıldığında sezonun parlayan takımı (tabii ki ana takımı bir yana koyarak) Yakushii.


ve Raichi...




Saha içinde çoğu insan böyle bir tipin karşısında oynamasını istemez sanırım .


Ancak çok tatlı ve komik bir karakter aslında.


Ve çok utangaç...


Ben bayılıyorum kendisine. Sanırım babasının tüm dilekleri gerçek olacak.



Diğer bir Yakushii oyuncusu ve takımın ace' i Sanada. Sanada zaten sevilmeyecek bir karakter değil ve çok seviyorum ancak özellikle son maçtaki çıkarımlarıyla yine gönülleri fethetti. Yakushi' nin başarısının altında belirli isimlerin payı büyük zaten.




Bu sezon oldukça eğlendiğin bölümler, noktalar, espriler oldu ama sanırım favorime yine Sawamura imza attı. Hatırlayanlar vardır, Sawamura bir ara depresyona giriyor ve o andan sonra sınıfta kitap okumaya başlıyor. Bu durum sınıf arkadaşlarının da ilgisini çekiyor hatta bir süre sonra  manga arkadaşları  edinmeye başlıyor. Mesela Kanemaru bu duruma biraz uyuz oluyor. Neyse Sawamura' nın Suç ve Ceza' ya başlayıp bir gün içinde karakterlerin adını hatırlayamadığı için kitabı bırakması benim için eğlencenin doruk noktalarından bir tanesiydi. Doğal olarak bu 51 bölümden sadece bir nokta...



Ace of Diamond ikinci sezonun öne çıkan daha doğrusu çıkmaya çalışan karakterlerinden bir tanesi Zono. Karakter gelişimini izlerken zaten göreceksiniz ancak maçlardaki o tasvir, o renkler,o poz  nedir? Güldüm hem de çok.... ama gülerken utandım da çocuğun o derin konsantrasyonundan.



Senpailer yine kendilerini bir şekilde belli ettiler bu sezon. Özellikle Isshiaki tribünde maç izlerken performansından bir şey kaybetmediğini ortaya koydu. Sevilmeyecek gibi değiller.



Bu sezon, ortalarda çok görünmese de, Mei biraz adam oldu. Özellikle eski takım arkadaşıyla bankta girdiği diyalog hoştur.


Sezonun final bölümü, girişi ve müziği ile harikaydı diyeyim, anlayın. Sonrası karışık duygular. Ace of Diamond' un her sezon  finalinde gözlerim yaşarmak zorunda mı? Sadece bir iki kareliğine de olsa bir şekilde insana dokunuyor sanırım. Neyse, çok tatlı çok güzel ve hoş bir final yapmışlar. Anime olarak devamının gelmeyecek olması çok üzücü.



(Sezonun en sevdiğim kapanış parçası)


Bittikten sonra kendimi kötü hissetsem de diyebileceğim tek şey; İyi ki izlemişim.



Bir 2016 Değerlendirmesi

$
0
0





Şaka maka 2017 geldi. 21. yy.' da yıllar hızla ilerlerken mümkün olsaydı 60'ların, 70'lerin bilim-kurgu yazarlarına hissiyatlarını sormak isterdim. Gerçi, bu yazarları çok takdir ediyorum.


Yeni bir yıla girerken  2017' nin hepinizin dileklerinin gerçekleşeceği bir yıl olmasını dilerim.
2017' nin bu ilk yazısında, Tawannanna 2016 yılında ne yapmış bir bakmak istedim. Klasik şekilde sadece en fazla okunan ve en az okunan yazıları ele alacağım, hem de iki ay (doğum günü) içinde şuradaki sıralamadabir  değişiklik var mı, ona bir göz atacağım.


2016 yılının en çok okunan yazıları:


1- Dragon Blade: Bir Film ve İpek Yolu

Yerini  kaptırmamış.

2- Ouroboros: J Drama

Bu Japon dizisine bir göz atın derim.

3 -  Kitap - Birim 701: Rüzgarı dinleyenler (Mai Jia)

Mai Jia'nın kitabı hakkındaki yorumlarım.


4- Akagami no Shirayukihime (Anime) Kırmızı Saçlı Pamuk Prenses ( Birinci Sezon) 

Hoş bir anime...


5 - Legend of Qin (Qin's Moon):C Drama - İlk 10 Bölüm


Dizisinden ziyade animesini izleyen varsa bana haber etsin.





2016 yılında Tawannanna'da en az okunan yazılar:

1 - JRock Favori 15: İlk 3 Ay (3 )


Serinin sonu diye dışlanmış :P


2 -Ushio to Tora (2015): Anime


 3 - Servamp

Aslında şirin bir anime

4 - Futbol Adası: Turnuva (1)

:((

5 - Heat:  J Drama

Bunu da pek izleyen yok sanırım






Hazır el atmışken, bir önceki seneye de tekrar bakayım ve 2016' nın başındaki şu durum ile bir fark var mı göreyim dedim.


2016' nın son günlerinde 2015' in en çok okunan yazıları şöyle çıktı:


1  Saiunkoku Monogatari  2: (İkinci Sezon) Bir Anime


2015 yazıları içerisinde zirveye yerleşmiş.


2 -Kuroko no Basket : İlk İki Sezon


Bir yıl sonra kendi dönemi içinde bir basamak gerilemiş.

3 - Haikyuu !! Voleybol ve Anime  
       
Aynen olduğu yerde.

4 - Kuroko no Basket 3  Üçüncü Sezon

Aynı olduğu yerde.

5  -  Küçük Bey (Botchan) Soseki Natsume

Atak yaparak Space Battleship Yamato 2199' un önüne geçerek, konu beşe girmiş.


2015' in en az okunan yazıları:


1  Çince Müzik  2015 En İyi 20 (2)   


Bu garibim geçen sene bu listede değilmiş ancak bir sene içerisinde 2015' in en az okunanlarına zirveden giriş yapmış. Büyük başarı ya da büyük bir yerinde sayma.

2  East Meets West

3 Digimon Butter- fly 

Geçen sene de bu listede 5. sırada yer alıyormuş

4  Çiçekler Neden Bu Kadar Kırmızı ?

:((( Geçen sene bu listede değilmiş.

5  Cold Eyes  Kore Filmi

Bu da bu listenin yenilerinden.

Demek ki en az okunanlar listesi köklü bir değişiklik geçirmiş.

Eveeet, bu yılın başlangıç geyiği bu kadar....


Umarım 2017 herkese sağlık, iyilik, güzellik ve huzur getirir. (Mümkünse!!)






Bungou Stray Dogs (Anime): 1. Sezon

$
0
0



2016 animelerinden Bungou Stray Dogs' a beklentim olmadan başlamıştım. Kafka Asagiri' nin mangasından uyarlama bu anime bir çırpıda bitirilecek bir yapım olmuş. Her zaman olduğu gibi manga hakkında bir bilgim yok. Anime açısından bakarsak bu konuda hiç bir şikayetim yok. Belki de ben sıkıntıdan kusacak durumda olduğum bir zaman denk getirdiğim için keyif alarak izledim. Çerezlik bir anime zaten.


Özel güçleri olan insanların etrafında dönen animede, bu insanların çoğu ya mafyaya dahil oluyor ya da dedektiflik acentesine. Atsushi Nakajima' da yetimhaneden kovulduktan sonra tanıştığı iki dedektif sayesinde dedektiflik kariyerine başlayarak bu dünyaya giriş yapıyor.

Açılış parçası GRANRODEO' dan "Thrash Candy" . Güzel parça.





Seslendirme kadrosu güzel, bu da Bungou Stray Dogs' un artı özelliklerinden bir tanesi. Bir tek Naomi' nin (Omigawa Chiaki) sesi kulaklarımı tırmaladı. Onun dışındakileri huşu içinde dinledim.


Animenin tatlı bir özelliği daha var. Karakterlerin çoğunun isimleri gerçek yazarlardan ya da bu yazarların eserlerindeki karakterlerden geliyor. İzlerken bir iki tanesini yakalamıştım ama emin değildim. Doğruymuş.





Atsushi Nakajima: (Uemura Yuto ) Adını Japon yazardan alan animenin ana karakteri. Eğlenceli bir karakter.




Dazai Osamu: (Mamoru Miyano) Muhtemelen animenin en eğlenceli yeri geldiğinde en cool karakteri. Mamoru Miyano' nun  katkısı büyük. İzlerken eğlendim.


Diğer taraftan Osamu Dazai, Japon Edebiyatının önde gelen kurgu yazarlarından. Pek çok kez intiharı deneyen yazar sonunda başarılı oluyor. Önemli eserlerinden biri olan Ningen Shikkaku, İngilizce haliyle No Longer Human aynı zamanda -yanlış hatırlamyorsam - animedeki Dazai' nin gücünün adı. Kitap İnsanlığımı Yitirirken adıyla Türkçe haliyle de bulunabilir.






Doppo Kunikida ( Hosoya Yoshimasa ) Dazai' nin ortağı, idealler insanı. Dazai ile iyi ve eğlenceli bir ikili oluşturduklarını kabul etmek lazım. İdealler konusunda zaman zaman sıkıntı verici olsa da izlemesi keyifli bir karakter. Hosoya Yoshimasa' nın  da etkisi büyük.

Öte yandan Doppo Kunikida, naturalizm bayrağı taşıyan Meiji dönemi yazar ve şairlerinden.





Ranpo Edogawa (Kamiya Hiroshi ) Büronun eksantirik dedektifi. Sağolsun,  Kamiya Hiroshi   de dinliyoruz sayesinde. Polisin çözemediği cinayet ve kaçırılma olaylarının uzmanı.


Edogawa Ranpo,  Japon Edebiyatında gizem-kurgu tarzının önde gelen yazarlarından ve bir eleştirmen. İsimde  Edgar Allan Poe çağrışımı var diye bir kanal açılmıştı beynimde izlerken ama saçmalama Tawannanna  diye o kanalı kapatmıştım ki aslında açılan kanal kendince haklıymış zira yazar, bir Edgar Allan Poe hayranı olarak kullandığı bu isimde O'ndan esinlenmiş. Gerçek ismi Hirai Tarou.


Ranpo karakteri klasik bir detektif profili gösteriyor, giyim tarzı da dahil olmak üzere. Piposu da olsa tam Sherlock Holmes diyeceksiniz ki yazar aynı zaman da Sir Arthur Conan Doyle' dan da esinlenmiş hayatı boyunca. Bu şekilde Ranpo karakteri de oturmuş oluyor.


Bu böyle devam ediyor...  Gelelim mafya ekibine;



Ryunosuke Akutagawa (Kensho Ono) İlk anlarda mafyanın en tehlikeli üyesi olarak tanıtıldı. Kensho Ono ile de keyifli olmuş.


Özellikle hikaye/öykü alanında önemli bir yazar olan Ryunosuke Akutagawa' nın eserlerini Türkçe olarak bulmak mümkün. Adına ödül de verilen yazarın Rashomon ve Kappa' sı Türkçe olarak bulunuyor. Rashomon aynı zaman da animede Akutagawa' nın gücü.






Chuya Nakahara ( Taniyama Kishou ) Akutagawa her ne kadar karizmatik olsa da bölümler ilerledikçe atarlı ergen modunun öne çıkmasından mütevellit mafya ekibinde en sevdiğim karakter Nakahara oldu. Ayrıca moda anlayışını da takdir ettim ancak bunun daha derin bir göndermesi var doğal olarak.


Chuya Nakahara ayn zamanda Japon edebiyatında adı geçen önemli şairlerden biri.


The Gulid ekibinde ise görülen iki kişi var fakat 2. sezonda değinmek daha iyi olur bunlara.


Haydi bakalım  2. sezon gelsin...

Fukigen Na Mononokean: Anime

$
0
0



Fukigen na Mononokean bana kalırsa 2016' nın kendi halindeki animelerinden bir tanesi. 13 bölümlük bir anime olan Fukigen na Mononokean, neredeyse bir oturuşta izlenebilecek, izleyeni derde tasaya boğmayan, bir çeşit rahatlık veren bir anime.



İtiraf etmem lazım ki beni animeye en fazla bağlayan nokta açılış parçası oldu. Öyle pek ahım şahım bir parça olmasa bile  The Super Ball'ın Tomodachi Meter' i kulaklarıma pek şirin geldi.





Ashiya Hanae, liseye başlayacak olmanın heyecanını yaşarken kendisine yapışan bir yokai'ın da tetiklemesi ile birlikte yokaileri görmeye başlar. Bu esnada Abeno Haruitsuki ile tanışır. Şansa bakın ki Abeno ile sınıf arkadaşıdırlar. Bu şekilde Hanae bu farklı dünya ile tanışmaya başlar.

Hemen "en"lerime geçiyorum.



Animenin en sevimlisi

Yahiko




Animenin en şaşkını 

Ashiya Hanae (Kaji Yuki )






Animenin en sarışını

Abeno Haruitsuki (Maeno Tomoaki)

Ayrıca bu tondaki göz renklerini de seviyorum sanırım ^^



Animenin en taşı

Rippou ( Junichi Suwabe )








2017 KLASİK KİTAP OKUMA MARATONU

$
0
0


 (Görsel Okuyan Muggle' a ait)



Bu maratonu  ilk kez Hayata Dair Her Şey' de gördüm. Fikir Okuyan Muggle bloğunun sahibine ait. Yazıyı okuduktan sonra bir süre düşündüm zira hem fikir hoşuma gitmiş hem de bir an heveslenmiştim.



Maratonlara ya da benzer aktivitelere şimdiye kadar katılmadım, listeleme yapmaktan da hoşlanmadığımı bir kısım biliyor. Her ne kadar bu blog içinde zaman zaman kitap yorumlarına yer versem de esasen kitap yorumu yapmaktan biraz çekiniyorum. Eh,  zaten Tawannanna bir kitap bloğu değil.



Ama, dediğim gibi bu fikir çok hoşuma gitti. Her şeyden önce klasiklerin okunacak olmasını tatlı buldum. Katılmaya karar vermemin diğer bir nedeni de bu sayede aradan kaçırdığım ya da beklettiğim bazı klasikleri elime alacak motivasyon sağlayabilecek olmasıydı. Okuyacak bir sürü kitap arasında genellikle bunları ertelemeyi seçtiğim doğrudur ^^. Kendi adıma en önemli nokta ise Türk Klasikleri konusundaki eksiğimi biraz daha kapatmama yardımcı olabilecek olması. ( Bu eksikliğin doğal olarak bazı sebepleri var, onlara ilerleyen yazılarda değineceğim ^^)



Ayrıca, liste yapan diğer blog sahiplerinin yorumlarını okumanın  keyifli ve unuttuklarımı hatırlamama hatta gelen ani şevklerle tekrar bunları ele alacak olmama neden olacağını düşündüm.


Böylece ben de bu maratona, bir istisna yaparak, katılmaya karar verdim. Zevkli ve keyifli olacağını düşünüyorum.



Bu maraton için şeker bir liste yaptım hemen kendime. İşte şu şekilde;


Yerli   Eserler:

Anayurt Oteli - Yusuf Atılgan

Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin Ali

Kitab'ül Hiyel - İhsan Oktay Anar

Galiz Kahraman - İhsan Oktay Anar

Gulyabani- Hüseyin Rahmi Gürpınar



Yabancı Eserler:

Satranç - Stefan Zweig

Müfettiş -  Gogol

Beyaz Gemi - Cengiz Aytmatov 

Don Hikayeleri - Solohov

Oblomov - Ivan Gonçarov

Cennetin Doğuşu- John Steinbeck

Beş Paralık  Roman- Bertolt Brecht

Ölümcül Yumurtalar -Mihail Bulgakov

Fındıkkıran ile Fare Kral - E.T.A Hoffman

Zadig - Voltaire



Bunlar içerisinde yer alan Müfettiş ve Oblomov,  yıllar önce, üniversite zamanlarımda okuduğum eserlerdi ancak ne zamandan beri tekrar okumayı istiyordum. Sırf bu nedenden dolayı kütüphanemde kolayca görebileceğim yerlere almıştım onları. Bu listeyi hazırlarken, "Bizi de dahil et" dercesine sürekli göz kırptılar. Sonucunda dayanamayıp listeye dahil ettim onları, sanırım bir sakıncası yoktur.


Sürekli kafasına göre takılan, listelerden kaçınan biri olarak bakalım liste ile imtihanım nasıl olacak ^^

Bu arada maraton herkese açık, dileyen herkes listesini hazırlayıp katılabiliyor. Maratonun tek kuralı her ay listedeki kitaplardan birini yorumlamak.






Missing Noir M: Kore Dizisi

$
0
0





Missing Noir M, 2015 yapımı, polisiye/gerilim tarzında bir  Kore dizisi. İzlememin üzerinden çok  zaman geçti. Bu kadar süre sonra neden üzerine bir şeyler karalamak istedim, ben de bilmiyorum.


Bu dizi bana Paul-Muad-Dib' in önerisi idi (O' nun yazısına buradan ulaşabilirsiniz). O dönem, Missing Noir M' i de tamamlayarak kendimce bir üçleme yapmıştım. Üçleme dediysem üçünün de içinde polisiye öğe barındırmasından daha ziyade önemli olan ortak noktaları üçünü üst üste izlememiş  olmamdı.


Doğal olarak sıralamam şöyle oldu;

You're All Surrounded<  Bad Guys< Missing Noir M




Missing Noir M' i böyle bir üçleme içine almış olmam yanlış anlaşılmasın. Dediğim gibi bunun nedeni üçünü üst üste izlemiş olmamdan kaynaklanıyor. Yoksa 10 bölümlük Missing Noir M, polisiye olması bir yana, (istisnalar hariç, çoğunlukla) alışılagelmiş cicili bicili, eğlenceli, ne olursa olsun aydınlık tona sahip Kore dizilerinden daha farklı. Kendi içinde yine bir mizah barındırıyor ama bunun biraz daha ötesi var.



3 adet  ana karakter var. Bunlar kayıpları bulmak üzere bir ekip oluşturacaklar.


Gil Soo-Hyun (Kim Kang Woo) Bir dahi, 14 yaşında falan üniversiteyi bitiriyor. Nasa'da çalışacak ama sonra FBI' ya geçiyor. Daha sonra çeşitli nedenlerden ötürü Kore' ye geri dönüyor. IQ tavan ancak genellikle zeki karakter egosu ve kendini beğenmişliğinden bir nebze daha uzak bir profil çiziyor. Belli sorunları var, bu  belli. Bunların bir kısmı ilerleyen bölümler sırasında yüzeye çıkacak.



Oh Dae Young (Park Hee-Soon ) Yıllarını polis teşkilatında geçirmiş, sokakları çözmüş, becerikli bir polis. İnsancıllığı hissediliyor.



Jin Seo Joon ( Jo Bo Ah) - Ekibe teknik destek sağlayan kişi, grubun hackerı.



Dizide sadece bu üçünün değil ancak yardımcı oyuncularında performansları da iyi. Bu durum bana kalırsa diziye akışkanlık ve inandırıcılık kazandırıyor. Örneğin ilk bölümlerde karşımıza çıkan Lee Jung Su yani Kang Ha- Neul . Bir yerden tanıdık geliyor diyordum, Monstar'danmış.





İçimden bir ses bu dizinin biraz hakkının yendiğini ve yeterli ilgiyi görmediğini söylüyor oysaki oldukça başarılı bir yapım. 



Missing Noir M, polisiye ekseninde dönen ancak aslında insanın doğasını anlatan bir dizi bana kalırsa. İyiyle kötü, toplumla ile birey, güçlü ile güçsüz, suçlu ile mağdur, aydınlık ile karanlık arasındaki çizginin üzerinde zarifçe dans ediyor. En önemlisi kendi algımız ile başkalarının algısı arasındaki o bölgede buz pateni yapıyor.



Olumsuz yanı ne? 10 bölüm çabuk bitti. Karakterler evet yeterince açılıyorlar ama bir kısım detaylar henüz tam ortaya çıkmadı  sanki. Bunun ötesinde son  bölümde etkiledi, çarptı ama, eee peki ya gerisi? (Tatminsiz izleyici serzenişi ^^)



İzleyecek dizi arıyorsanız, şans verin, hatta bence mutlaka göz atın. Ayrıca ikinci sezon lütfen...




TERRA FORMARS BUGS 2 - HEN: OVA ve LIVE ACTION MOVIE

$
0
0



BUGS 2 -HEN OVA (Anime)




Terra Formars'ın iki bölümlük OVA' sı Bugs 2-Hen,  adı üzerinde Bugs2 ekibinin Mars hikayesini anlatıyor. Bu Bugs 2 ekibi kim? Birinci ve ikincisezonda izlediğimiz kaptan Shoukichi Komachi (Hidenobu Kiuchi ) ve Japonya başkanı Hiruma Ichirou' nun  (Tomakazu Sugita) içinde yer aldığı ekip.



Terra Formars'ın mangasını takip etmiyorum ancak birinci sezonu ile beni kendine bağlamıştı. Ardından gelen ikinci sezon, ilk sezonun o sevdiğim atmosfer ve havasından uzak olması dolayısıyla hayal kırıklığı sayılırdı.



Bugs 2 ekibi, birinci sezonda Mars' a giden ekibin bir öncesi. Bugs 2' den önce ilk kez Mars' a gönderilen bir ekip daha var, hepsi bilim adamı fakat talihsizler çünkü böceklerin geldiği noktayı bilmiyorlar ve hepsi pert oluyor.


Bunun üzerine, proje sahipleri diyor ki parlak zekaları öldürtmeyelim, bunlar bize lazım, sokaktaki suçlulardan ekibi toplayalım. Bir de para karşılığı hayatta kalma riski az olan ameliyatlara sokalım ve DNA'larında böceksi değişimler yaparak kendilerine, eğer ameliyat nedeniyle ölmezlerse, savunma yeteneği kazandıralım.


Bu nedenle Bugs 2 ekibinin hepsi,  teröristinden katiline uzanan geniş bir yelpaze, toplumdan bir şekilde dışlanmış suçlulardan oluşuyor. Tabii ki, birinci ve ikinci sezonda da görülebileceği üzere  en büyük suç parasızlık! Bugs 2 ekibindeki diğer tanıdık bir sima ise ekibin komutanı. Bu ekibin komutanı Michelle' in babası Donatello K. Davis (Rikiya Koyama).


Ekip Mars' a iner, ameliyat falan olmuşlardır ama neyle karşılaşacaklarını kimse bunlara söylememiştir, o yüzden hafif bir şok yaşarlar. Olaylar gelişir... (Hadi, izlemeyenler için yazmayayım)






2 bölümlük OVA' yı beğendim ben.  Atmosfer ve gelişim olarak ilk sezona daha yakın. İşleyiş ve aksiyon iyi gidiyor.





Shoukichi' nin daha o zamanlarda bir gönül insanı olduğunu görüyor izleyen. Bunun dışında bu bölümde en üzücü, vurucu kısım Thien' e ait bana kalırsa. Bugs 2 -hen' i hem hikayenin geçmişine ait bilgileri oturtmak hem de Terra Formars Revenge' den sonra oluşan bir hayal kırıklığınız varsa, bunu gidermek için izleyin. (Gerçi benim izleme sıram bu şekildeydi, belki çoğu kişi çoktan izlemiştir.)








LIVE ACTION



Bu boş satırlara öncelikle şu şekilde seslenmek  istiyorum; Neden? Neden Terra Formars live action? Neden bu işler? Ben dahi bunu diyorsam, Terra Formars'ın anime ve mangası hakkında bilgisi veya fikri olmayanlar neler der acaba?



2016 yapımı Terra Formars'ın yönetmeni Takashi Miike. Film, Bugs 2- hen' i baz alıyor. Ova 'yı - bir kısım değişiklikle - film haline getirmişler. Benim için tesadüf oldu çünkü filmin ova' yı temel alacağını tahmin etmemiştim. Filmde nereden başlatıp nereye kadar uzattılar acaba diye işi gücü bırakmış düşünüyordum. Ova' yı da yeni izlemiş sayılırdım, bir akşam dayanamadım filmi açıp izlemeye başladım. Aslında ne ile karşılaşacağımı az çok tahmin ediyordum ( konudan bahsetmiyorum bu noktada) ama çaktırmıyordum. Hatta film bitene kadar kendime de çaktırmadım, çok başarılıydım.



Filmin kadrosunda Hideaki Ito, Emi Takei, Tomohisa Yamashita, Takayuki Yamada, Shun Oguri , Kenichi Takito gibi isimler yer alıyor.



Şimdi tamam yönetmen Takashi Miike, tam O' na göre malzeme. Kendisinin tarzını, kullanmayı sevdiği öğeleri, filmi kafasında nasıl canlandırdığını ya da neler kullandığını, nasıl oyunculuk istediğini falan da bilip bunlara da tamam diyorum ama.... (ya aslında şu böcekler ellerine silah alıyorlar ya orası tam bana göre ^^)






Diyebilirim ki filmin en güzel yanı masada oturup hep birlikte bu dünyada ve zamanda parasız olmanın en büyük suç olduğu konusunda hem fikir olmalarıydı. Bu da rüzgar gibi geçti zaten. OVA' nın filme göre daha gerçekçi ve daha çarpıcı olduğunu belirtmeliyim ve filmde bazı şeyler fazla abartılmış. Tercih vs.. tamam ama bu yöneylem olayları kopup götürmüş.



Oyunculuk için ne desem ki? Tüm koşullara ve duruşuna karşı yine de bir gönül insanı olan Shokichi, filmde bir tepkisizlik ya da zoraki tepki abidesi olmuş.


Burada en sevdiğim karakterlerden biri olan Thien ( Jin yapmışlar bunu) ve arka planı  heba olup gitmiş.


Ko Honda,  tavır olarak Alexander Gustav Nevton' a kaymış. Oguri Shun bir şeyler yapmış, eh  hadi diyelim bir renk getirmeye çalışmış.


Mesela God Lee' nin bir şok etkisi yaratması lazım ama hiçbir şey birbirini tutmayınca, her şey havada kalmış.


Amaç, tercihler ve isteklere bağlı olarak  bağımsız bir ürün ortaya koymaksa o zaman neden Terra Formars? Hele bir final sahnesi var ki...  Nanao' nun geldiği işte o an kapatsam mı acaba diye düşündüm sonra tavana baktım bir süre, akabinde acıktığımı fark edip ne yesem diye düşündüm, elime telefonumu aldım biraz oynadım. Geçen sürede sahne bitmişti bir şekilde.





Efektlere gelirsek, böcekler fena değildi aslında, hareket etmedikleri sürece. Hatta sempatik bile buldum niyeyse. Ama hareketler olmamış. Efektler bazı aksiyon sahnelerinde  göze hoş gelmiyor ama beğeniye bağlı olarak göz ardı edilebilir.



Kötü diyemiyorum, bir şekilde tutarsızlık içinde tutarlılık var gibi ya da ben Terra Formars'ı sevdiğim için objektif bakmak istemiyorum. Buna rağmen diyebileceğim şu, neden yani Terra Formars?  Bu enerji, bu emek başka yere harcansaymış keşke.


Terra Formars ile ilgisi olmayanların filmi izlerken yaşayıp hissedeceklerini merak ediyorum aslında hahaha. Yine de ilginiz varsa animeyi izleyin. Mangayı okuyun diyeceğim ama ben kendim de okumuyorum ancak sanırım özellikle Terra Formars Revenge' den sonra mangaya başlamam gerekecek?



Kaybolan Güneş : Çin Mitolojisi - Kitap

$
0
0




Bileşim Yayınlarının Çocuk Kitapları - Mitolojisi serisinde  Kaybolan Güneş, Çin Mitolojisini temsilen yer alıyor. Kaybolan Güneş de Ookuninuşi gibi çizimleriyle ve öyküsüyle şirin bir kitap.

Kitap, Levent Gönül tarafından yazılmış ve Tolga Kınalı tarafından resimlenmiş.



Kitap, esasen Çin Mitolojisi ya da halk söylenceleri içerisinde yer alan iki öyküyü birleştirmiş.

Bunlardan bir tanesi 10 güneş. Zamanında, bir haftanın 10 gün olduğu zamanlarda,bir ağacın dallarında yaşayan 10 güneş kardeşin hayatı ve yaptıkları muziplik sonucu hem kendilerinin hem de dünyanın başına gelenleri anlatıyor bu öykü.


Öyküde, kralın yardımını istediği kişi  annesi tanrıça olan, ülkenin en iyi okçusu Okçu Yi, Çin Mitolojisinin ölümsüz kahramanlarından bir tanesi kendisi ya da en azından kariyerine ölümsüz olarak başladığını söylemek doğru olur. Okçu Yi, bu 10 Güneş hikayesi ile ilgili olmayan farklı  bir takım olaylar neticesinde ölümsüzlüğünü kaybediyor. Sonu biraz meçhul sayılabilir. Kimi hikayelerde ölümsüzlüğünü geri aldığı kimilerinde ise bir fani olarak öldüğü söyleniyor.





10 güneş hikayesi kitapta kaybolan güneşe bağlanıyor. Ne yazık ki dünyada kalan son güneş, denizin dibinde yaşayan kötü bir kral tarafından kaçırılıyor. Dünya karanlığa ve soğuğa boğuluyor. Güneşi aramaya giden ilk kişi, yardımına gelen anka kuşu ile birlikte, Liu Çin oluyor ancak görevinde başarılı olamayarak kendisinden sonra gelenlere yol göstermek amacıyla bir yıldıza dönüşüyor. Oğlu Bao Çu ise, her kahramanlık hikayesinde olduğu üzere, garip bir şekilde doğuyor, farklı nitelikler gösteriyor ve babasının izinden giderek güneşi bulmaya koyuluyor.


Hikaye doğal olarak mutlu son ile bitiyor.


Güzel hikayelerin anlatıldığı hoş bir kitap olmuş. Etrafınızda hediye edebileceğiniz, verebileceğiniz çocuk varsa bence önce kendiniz okuyun sonra da  çocuklara verin.

MİM: HAYAL

$
0
0


Esra beni mimlemiş. Bu mim için O'na teşekkür ediyorum.

Hayallerle ilgili bir mim yani ucu bucağı yok aslında. Başlayalım bakalım...


1.Hayal kurmaktan hoşlandığınız yer ya da zaman dilimi var mı ?


Özel olarak bir yer ya da zaman dilimi yok. Duruma göre her yerde, her zaman hayal kurmaya hazırım. Biraz kontrol altında tutmaya çalışıyorum zira hayal kurmanın sınırı yok. Hayal alemine dalınca gerçekliğe dönüş ve adaptasyon  zaman zaman zor olabiliyor ^^


2.En çok neyin hayal hayalini kurarsınız ?


Bilmiyorum. Renk paletim çok geniş. Duruma, ruh halime, güne bağlı olarak değişir.


3-Şimdiye kadar çok hayalinizi gerçekleştirdiniz mi ?


Şöyle bir geriye dönüp bakınca bir kısmını gerçekleştirmişim. Buna ben de şaşıyorum. Çok mu değil ama bazıları asla olmaz dediklerimden. Hayat bir garip işte...


4.Henüz gerçekleşmemiş ama ileride gerçekleşecek dediğiniz bir hayalimiz var mı ?


Çok var, çoook...

Örnek toplarının olduğu torbaya elimi atıyorum. Bu torba ipe sapa gelmez hayallerden ( bir uzay kolonisinde yaşamak, bir kitap karakteri olmak vs...) ziyade gerçekleşmesi daha olası olanların içinde bulunduğu torba ^^  Bakalım, hangisi çıkacak?

Şu çıktı: Trans Sibirya Ekspresi ile yolculuğa henüz çıkamadım ama çok istiyorum, hayal ediyorum. Biraz para biriktirmem lazım...


Konu hayaller olunca şu parçayı eklemek içimden geçti nedense...

Yanni - Nightingale





Bu mimi, yapmak isteyen herkese gönderiyorum...

Viewing all 273 articles
Browse latest View live